Tasavvuf Klasiklerinde Sûfilerin Sahâbe Algısı

Dr.Veysel Akkaya 2024-09-26

Tasavvuf Klasiklerinde Sûfilerin Sahâbe Algısı

Öz

Sahâbîler, Hz. Peygamber’den hem zâhir hem bâtın yönden hisse alarak, onun rehberliğinde hayatlarını yeniden inşâ etmiş ulvî şahsiyetlerdir. Onlar, Hz. Peygamber’den bir parça olmuş, her birinin kendilerinde sembolleşen özellikleri ile İslâm’ın temsilcileri olmuşlardır. Sonraki nesillere, İslâm’ın anlaşılmasında ve yaşanmasında büyük katkı sağlayan sahâbeden bazıları, zühd yönleriyle tebârüz etmişlerdir. Resûlullah Efendimiz vasıtasıyla aldıkları zühdî eğitim, ashâbın izinden gitme gayretini sarfeden tüm sûfîlere, kalbî hayatı idrâkte ve hayata geçirmede kılavuzluk etmiştir. Sûfîler, sahâbîlerin şerîat ve takvâ ile bezenmiş yoluna özlem duymuşlar, onların zühd esâslı hayatları gibi bir hayat yaşamayı hedeflemişlerdir. Onların ibâdet ve zühd eksenli hâlleriyle hâllenerek, dünyâyı, âhiret odaklı yaşamak sûretiyle “ümmeten vasata’ya” dâhil olmayı, hakîki Müslüman’ın bir vecîbesi olarak benimsemişlerdir. Yazdıkları eserlerle ahlâk ve mâneviyatın toplumda teessüs etmesi, Asr-ı saâdet ruhunu, ilke ve ideâllerini, kişinin hayatına uygulayabilmesi için, sahâbenin hayatından mânevî reçeteler sunmuşlardır. Makalemiz, Tasavvuf ilminin mihenk taşları sayılan klasik eserlerde, sufilerin önderi olarak görülen sahâbenin, tasavvufî anlayışa kaynaklık ettiklerinin tespiti ile tasavvuf ilmi ile sahâbe arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır.

1. Giriş

Âyet ve hadislerde pek çok övgüye mazhar olan sahâbîler, Kur’ân ve Sünnet’e olan bağlılık, Hz. Peygamber’e teslimiyetleri ile İslâm’ın doğru anlaşılmasında, yaşanmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında en büyük rol üstlenmişlerdir. Sahâbîlerin Hz. Peygamber’den elde ettikleri zühd hayatına yönelik öğretiler, kalbî hayatın anlaşılmasında ve tatbikinde sûfilere rehberlik etmiştir. Öyle ki tasavvufî hayata dair yazılan klasik eserlerde de temel vurgu, sahâbe döneminin zâhidlik esâsına dayandığı ve tasavvufun nüvelerini taşıdığı bilgisi üzerinedir. Bu açıdan sûfîler, imânın kemâle ermesinin ve istikâmet hali üzere yaşam sürmeyi, manevî terbiye yolunu sahâbenin zühd tavırlı yaşayışında bulmuşlardır. Sahâbe-i kirâm hakkında akademik çalışmalar yapılmış, sahâbe ve hayatlarıyla ilgili birçok eser kaleme alınmıştır. Sahâbe’ye dair araştırmaların özellikle Hadis, Tefsir, İslam Tarihi gibi ilim dallarında daha çok yer aldığı görülmektedir. Tasavvuf alanında da sahâbenin zühdî kişiliği ile ilgili çok az çalışma bulunmaktadır. Bu makalede tasavvuf klasiklerinde sahâbe tasavvuruna dair görüşler tespit edilmeye çalışılacak ve sahâbe ile ilişkili bazı tasavvufi konulardan bahsedilecektir. 

2. İslâmi İlimlerde Sahâbe

Sahâbe-i kirâm’ın, ümmete emsâl olmadaki kifâyeti, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhâtaplarından olup âyetlerinin hükümlerini anlama ve fiiliyata geçirmedeki hassasiyetlerinden gelmektedir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi zahirî ilimler, özlerini Asr-ı saâdet’ten almıştır. Hz. Peygamber’den sonra, Kur’ân’ı tefsir etme görevini sürdüren sahâbenin beyânı, tefsir ilminin ilk kaynakları olarak görülmüş ve sahâbîler tefsir mekteplerinin ilk muallimleri arasında yer almışlardır. Sahâbîlerin, yalan ve uydurma bir rivâyetin, hadîs olarak Hz. Peygamber’e atfedilmesine mahal vermemek, yanlış anlaşılmaların önünü kesmek amacıyla gösterdikleri hassasiyet , tetkit ve tenkit hususunda gösterdikleri titizlikleri, hadîs usûlü ilminin özünü oluşturan nesil olarak görülmelerini sağlamıştır. Rihle adı verilen yolculuklarla, hadîslerin korunmasında ve gelecek nesillere doğru bir şekilde aktarılmasında da belirleyici olmuşlardır. Fıkıh, nas merkezli ilke ve esâslar, sahâbe rivâyetleri ile gelişmiş, sistemleşerek günümüzdeki halini almıştır. Hz. Peygamber’den sonra fıkhî konularda Hz. Ömer (ö.23/644), içtihâtlarıyla İslâm hukukunda önemli değer olmuştur. Hadîslerden anlaşıldığı üzere, sahâbîlerin kelâmî konularda Hz. Peygamber’e sordukları sorular ve husus ile ilgili konuşmaları, kelâm ilminin ilk temâyüllerinin tâyininde etken olmuştur. Kelâm ilminin de kurucu nesli olarak görülen sahâbenin, efdâliyet ve dinî değerleri ile İslamî ilimlerin merkezinde yer aldıkları görülmektedir. 

3. Tasavvufî Hayatın Kaynağı olarak Sahâbe

Hz. Peygamber ve sahâbenin yaşadığı dönem, Müslümanlar tarafından asırlardır en ideâl dönem olarak kabul edilmiştir. Asr-ı saâdet dönemi, tasavvufî hayatın ilk görünümü olan “zühd” hareketinin, ilerleyen dönemde “tasavvuf” adıyla anılmasının müsebbibi olarak görülmüştür. Dini hükümlerin bâtınî yönünü ele alan tasavvuf ilmi “sahâbenin yaşam biçiminden” neşet etmiştir. Bu düşüncenin temelini, sahâbenin Kur’an ve Sünnet ile inşa olmuş, zühd takvâ, tefekkür, zikir, ihlâs, nefs-tezkiye, muhabbet, sabır, şükür, rızâ, fakr gibi değerlerle yoğrulmuş yaşantıları oluşturmaktadır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi zahirî ilimler de özlerini Asr-ı saâdet’ten almışlar ancak zahirî ilimlerde doğrudan yer bulmayan manevî ve ahlâkî boyut, tasavvuf ilminde temsiliyet bulmuştur. Sahâbe, tasavvuf ilminde daha çok zühd yönleriyle incelenmiştir. “Dünyaya karşı aşırı arzu ve rağbetin zıttı” olan zühd, tasavvuf makamlarından biri olarak görülmüştür. Zühd, genel olarak tasavvuf ilminin zübdesi olarak görülmüştür. Kaynağını Kur’ân ve hadîslerden alan zühd telakkîsi, âlimler tarafından teşvik edilmiştir. Zühdün bir başka anlam açılımı “Âhîret rahatı için dünyâ hayatını terk, elden çıkarılan şeyin kalpten de çıkarılması” şeklindedir. Dünya hayatının geçici ve değersiz oluşu Kur’an-ı Kerim de birçok âyette ifade edilmiş, sûfîlerce, “Her şeyden kalbini boşaltarak (tebettül) bütün gönlünle ona yönel” âyetinde geçen tebettül kelimesi, zühd kavramını en iyi açıklayan ilâhî bir lafız olarak görülmüştür. “Eğlence, süslenme, övünme, mal ve çocuk sahibi olma” gibi hevâ ve heveslere kapılmamak zühdün gereğidir. Hz. Peygamber’in kendi tercihi olan zühd hayatı, ailesine ve çevresine sirâyet etmiştir. Hz. Peygamber, geçici olan her şeye, dünyevî hazlara iltifat etmemeyi, ibâdet ve kulluk şuûru ile yaşamayı bizzat tatbiki ile sahâbeye öğretmiştir. Sahâbe de Peygamber Efendimiz gibi zâhid olmaya rağbet ederek dünyadan yüz çevirmiştir. Bu nedenle sahâbenin hayatında, azla yetinerek infâka yönelmenin ve dünyevîlikten uzak yaşamın örneklerini çokça görmek mümkündür. Sahâbîler, helalinden servet temin etmek mümkünken, hesap verme kaygısından buna mesafeli durmuş, hatta bazıları mirasçısı oldukları helal malı, kalplerinin fesâda uğrayacağı endişesiyle almamışlardır. Hz. Peygamber’in, “Dünyâ’ya karşı en az meyli olan birini görmek isteyen, ona baksın” buyururak övgüde bulunduğu Ebû Zer (ö. 32/653), zühdün en önemli temsilcilerinden biri olarak anılmaktadır. Zâhidâne yaşantı içerisinde ömrünü tamamlayan, üzerinde on iki yama bir gömlekle halka hutbe okuyan Hz. Ömer, Şam ve çevresinde yayılan vebâ hastalığını yerinde teftiş etmek üzere oraya gittiğinde, zamanın valisi Ebû Ubeyde’yi (ö.18/639) ziyaret etmiş, evinde kılıç, semer, zırh ve birkaç parçadan başka eşya olmadığını görmüştür. Teheccüd ehli olarak bilinen, ibâdet’e çok düşkün olan, Temîm ed-Darî (ö.40/661) “Yoksa kötülüğe gömülüp kalanlar” âyetini okuyunca çok ağlayıp dua etmiş, bir gece teheccüde kalkamayıp uyuması sebebiyle, ceza olarak bir sene boyunca oruç tutmuştur. Abdullah bin Ömer (ö.73/693), kibir endişesiyle, sade ve yumuşak olmayan kıyafetleri giyinmeyi tercih etmiştir. Abdullah bin Revâha (ö.8/629), Mûte gazvesine çıkılacağı zaman, veda etmek için ailesinin yanına gittiğinde orada ağlamış, kendisine neden ağladığı sorulduğunda, âhiretteki âkıbetine dair, cehennem üzerine kurulan sırat köprüsünü ve herkesin oradan geçecek olmasının kaygısını taşıdığını şu sözlerle ifade etmiştir: “Vallahi içimde hiçbir dünya sevgisi ve size karşı aşırı bir sevgi yoktur. Ancak ben Resulullah’tan şöyle dediğini duydum: “İçinizden oraya varmayacak kimse yoktur31, biliyorum oraya varacağım, ancak oraya vardığımda orada ne olacağım”. Abdullah b. Zübeyir (ö.73/692), çok oruç tutma, kırk sene boyunca aynı elbiseyi giyme gibi pek çok yönüyle zühdün ve Allah’a kul olmanın zirvesinde anılan bir sahâbî olmuştur. Ebû Hüreyre’nin (ö.58/678) mal, servet edinme gibi dünyevî hiçbir meşguliyeti olmamıştır.  Bilakis o, şiddetli fakirliğe sabretmiş, yumuşak ve ipekli giyinmekten Allah rızası için kaçınmıştır. Ölümü yaklaştığında ağlamış, sebebi sorulunca, âhiret azığının azlığından ve yolculuğun zorluğundan cevabını vermiştir. Tasavvufî anlayış ve yaşamın nüvelerinin, ilk olarak onların hayatından zuhûr ettiği kabul edilen Ashâb-ı Suffe’nin, tebettül ve dünyayı terk hali, sûfîlere ilham kaynağı olmuş, hatta sûfî kavramının “suffe” kökünden geldiği ileri sürülmüştür. Bu iddia gramer açısından olmasa da anlam açısından doğru kabul edilir. Suffe ehlini rehber edinen sûfîler, onların yaşayış ve anlayışlarının mirasçılarıdır. Bu sebeple Serrâc onları, “ehl-i Suffe’nin bakıyyesi” olarak niteler. Bilindiği üzere Ashâb-ı Suffe, bünyesinde daha çok fakir ve kimsesizlerin bulunduğu, kazançlara sevinmeyen, kayıplara üzülmeyen, aza kanâat eden, fakr halini bir tercih haline getiren şerefli bir zümredir. Zahîdane yaşayışlarının özünü, fakr hali teşkil eder. Bir tasavvuf kavramı olarak fakr, “Dünyadan yakayı kurtarmak, kalbi şikâyet etmekten kurtarmaktır”. “Hz. Peygamber’e ait yüce bir haslet” olan fakrı gerçekleştirmek, ilahî ikramlara muhatap olmak demektir”. Fakr ehli olan Ashâb-ı suffe de hiçbir neslin veya kişinin ulaşamayacağı mânevî makamlara ulaşmışlar, ilahî ikrâmlara nâil olmuşlardır. Tasavvuf makamlarının sıralamasında dördüncü sırada yer alan fakrı “İlk sûfîler “yoksulluk” anlamına gelen fakr ile “Allah’a muhtaç olma” anlamına gelen fakrı birleştirerek bunu kendi meslekleri ve gayeleri haline getirmişlerdi”. “Onlara göre fakr (dervişlik) Allah’a giden yol, fakir de (derviş) bu yolun yolcusudur”.Tasavvuf tarihi içerisinde, kulun dünyaya bel bağlamamasını esas alan zühdî tavra karşılık meslek edinip, kesbin terk edilmemesini tavsiye edenler az değildir. Sahâbe içerisinde kara ve deniz ticareti yapan, hurma işlerinde çalışan,kısacası âhiretini kazanmak için dünyayı vasıta kılan kimseler de mevcuttur. El emeğiyle geçinmeyi tercih eden Selmân el-Farisî (ö.36/656) gibi sahâbîler, az ile yetinerek en hayırlı kazanca talip olmuşlardır. Nitekim sahâbelerin zühd yaşantısını oluşturan, Allah’ın kaza ve hükmüne râzı olma, dünyanın hile ve tuzaklarından uzak durma vb. yaşantıları, tasavvufî hayat ve düşünceye kaynaklık etmiştir.

4. Tasavvuf Klasiklerinde Sahabe Tasavvuru

Tasavvufî anlayışa göre, Hz. Peygamber’in maneviyatı önce sahâbenin kalbine nüfûz etmiş, sonra nesilden nesile ehil olan velî kimselere intikâl etmeye devam etmektedir. Allah’a ulaşmanın en iyi yolunun muhabbet ile mümkün olduğunu söyleyen sûfîler, sahâbîleri muhabbet erleri olarak tavsif ederek eserlerinde muhabbetin tasavvufî açılımlarını yapmışlardır. Sûfîler, Asr-ı saâdet’e duydukları özlemle, o dönemin maneviyatının, sahâbenin ahlâkî, zühdî hal ve anlayışlarının idrâk edilmesini ve yaşanmasını amaçlamışlardır. Sahâbîlerden gelen nakilleri, kendi anlayış ve görüşlerini oluşturmada, merkezî konuma yerleştirmişlerdir. Tabakât müellifi sûfîler, özellikle meşhur zâhid sahâbîlere yer veren eserleriyle, asıl manevi yaşantının sahâbenin yaşayışında olduğunu vurgulamışlar, tasavvufun kişi ve toplum yaşamındaki ehemmiyetini hatırlatmışlardır. Yine dinî hükümlerin zâhirinden çok ahlâki ve tasavvufî yönlerini ele almışlardır. Sahâbenin ilâhî emre ve sünnete dair tatbîkatlarının, tasavvufun meşrûluğunu ve özünü ortaya koymada, mühim bir konumda olduklarını örneklerle göstermeye çalışmışlardır. Makalemiz için faydalandığımız bazı klasik eserlerde, sahâbîlerin müstakil başlık veya bölüm olarak nasıl yer bulduğunu ifade edersek; A-Serrâc, el-Lüma’ (ö. 378/988) eserinde dört halîfe, Ashâb-ı suffe ve bazı zühd yönüyle ön plana çıkan sahâbeye yer vermiştir. B-Hargûşî (ö. 406/1015), Tehzîbü’l-esrâr fi tabakati’l-ahyâr’da, dört halîfeyi müstakil bir başlık altında ele almıştır. C-Ebû Nuaym İsfahânî (ö. 430/1038), Hilyetü’l-evliyâ adlı eserinde, sırasıyla dört halîfe, ehl-i Suffe, ehl-i beyt, hanım sahâbîler yer alır. Sahâbenin ileri gelenlerinden, ibâdet ve zikirle meşhur olmuş önderlerden bahsettiğini ifade etmektedir. D-Hücvîrî (ö. 465/1072), Keşfu’l-mahcûb adlı eserinin tabâkat kısmında dört halîfe, Hz. Hasan (ö.49/669), Hz. Hüseyin (ö.61/680) ve ehl-i Suffe’ye yer vermiştir. E-Gazzâlî (ö. 505/1111), İhyâ-u ulûmî’d-dîn adlı eserinde, ölüm ve sonrasını andığı bölümde, dört halîfenin irtihâllerinden bahseder. Sahâbenin faziletlerini, ayrı bir bölüm dâhilinde ele alır. F-İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) ise Sıfatü’s-safve adlı eserinde Hz. Peygamber’den sonra Aşere-i mübeşşire’ye yer verir. Devamında sahâbeyi beş tabakaya ayırdıktan sonra, hanım sahâbîlerden de bahseder. Birinci tabakada Bedir’e katılan ensar, müttefikleri ve dostlarından İslâm’a girenler, ikinci tabakada Bedir’e katılmayan ve erken Müslüman olan muhacir ve ensarlar, üçüncü tabakada muhacir ve ensardan hendek ve sonrasına katılanlar, dördüncü tabakada Mekke’nin fethinde ve ondan sonra Müslüman olanlar, beşinci tabakada Resûlullah vefat ettiği zaman genç olanlar yer alır. G-İbnü’l Arabî’nin (ö. 871/1467), el-Fütûhâtü’l Mekkîyye adlı eserinde, Hz. Selmân-ı Farîsî’ye ayrı bir başlık açtığı görülmektedir. H-Mevlânâ (ö. 672/1273), Mesnevî adlı eserinde dört halîfeden ve Bilâl Habeşî’nin de (ö.20/641) içinde bulunduğu az sayıda sahâbeden bahsetmektedir. Özellikle Hz. Ali’nin (ö.40/661) bahsi daha çok geçmektedir. I-Münâvî (ö. 871/1467), el-Kevâkibü’d-dürriyye fî terâcimi’s-sâdeti’s sûfîyye adlı eserinde, sırasıyla dört halife ve zâhid sahâbeye vermiştir. İ-İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624), Mektûbat adlı eserinde yer alan 251, 328, 349. mektuplarda dört halifeden bahsetmektedir. Ve yer yer sahâbenin faziletlerine değinmektedir. J-Kuşeyri’nin (ö. 465/1072) er-Risâletu’l-Kûşeyriyye, el-Mekkî’nin (ö. 386/996) Kûtu’l-kulûb, adlı eserlerinde sahâbe hakkında müstakil bir başlık veya bölüm bulunmamaktadır. Sûfîler eserlerinde sahâbeyi saygı ve duâyla yadederek, sahâbe-i kirâm veya ashâb-ı kirâm şeklinde hürmetle bahsederek güzel vasıflarla anarlar. Onlar, Resûllullah’a olduğu kadar, Ehl-i beyt’e ve sahâbeye selam göndermeyi ihmal etmezler. Sûfîler, dört halifeyi, ehl-i beyti ve tüm ashâbı kendilerinin imâmları ve muallimleri olarak ittihaz etmişlerdir. Nebevî sünnetin gerçek vârislerine muhabbet duymayı ve yolundan ayrılmamayı, ehl-i sünnet olmanın şartlarından saymışlardır. Sûfîlere göre sahâbîler, sûfîlerin kılavuzları, dini yaşama ve uygulama da önderleridir. Hayra anahtar, şerre kilit, takvâ sâhibi, peygamberin nuruyla tenevvür eden, basîretli, akıllı, mübârek, temiz ahlâklı, cömert, halkın önderleri, kendilerine hürmet edilen, rehber, kılavuzlukta, karanlıkları aydınlığa çeviren yıldızlar gibidirler. Hz. Peygamber’in, hayatının ve ahlâkının yolundan giden dinî emirleri yerleştirmekte, ona yâverlik eden, İslâm dâvâsının muhâfızları, bâtılın kaynağını kurutan, hidâyete eren, sâf , her açıdan pâk, bühtan ve hâinlikten uzak, Rablerinin hükümlerine boyun eğen Allah’ın rızâsına erişen, Allah’a dost olan seçilmiş ve dünyânın süsüne, şeytanın hilelerine aldanmayan kimselerdir. Sûfîler, Resûllullah’ı sevmekle ve sahâbeyi sevmek arasında ayrılmaz bir bağ olduğu görüşündedirler. Onlara göre sahâbîlerin az infâk ile elde ettikleri derecelere dâhi ulaşılamaz. Sûfîlerin, Hak katında övülmüş şahsiyetler olan sahâbe hakkındaki bakış açıları nettir. Onlara göre, sahâbenin hata ve kusurları araştırılmaz. Sahâbîler, fazîletleriyle, saygı ve ihtirâma layıktırlar. Onları hayırla yad etmek, onlara karşı sûizan beslememek, haklarında olumsuz konuşmamak gerekir. Çünkü nübüvvetin nurundan nasipdar olmaları, onların yanlıştan korunmalarına ve istikâmet üzere yaşam sürmelerine vesile olmuştur. Sûfîler, Kur’ân’ı ve hükümlerini bize nakleden sahâbe-i kirâma karşı, yapılan saygısızlığın aslında Kur’ân ve hükümlerine karşı yapılan saygısızlık anlamına geldiğini ve sahâbenin arasında çıkan ihtilâflar hakkında da tartışmalara girilmemesi gerektiğini ifâde ederler. Sahâbenin kimi fazîlet, kimi ilim yönünden diğerlerinden üstündür ve onlara hürmetle tâzim edilmesi gerekmektedir. Hz. Peygamber’in “Kader konusunda olduğu gibi, ashâbdan da bahsedilince de sükût edilmesi” isteği, Müslümanlarca önemli bir kabul olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi, Resûllullah da sahâbeyi övmüş, ancak bu övgüler onları gurura sevketmemiştir. Çünkü onlar da kibir ve ucb’tan eser yoktur. Bu övgülerle kibre ve yahut tembelliğe düşmeyecek kadar, âli şahsiyetlerdir. Cennetle müjdelenmiş olmaları dahî mevcut hâllerinde hiçbir değişiklik meydana getirmemiştir. Tasavvuf klasiklerinde, sahâbenin izlerini takip edenlerin selâmete ereceğini, tersi istikâmette yol alanların ise ziyânda olacağı mesajını veren sûfî müellifler, dini yaşantının hafife alınıp, sapmaların görüldüğü zamanda, onların şerîat ve takvâ ile bezenmiş yoluna olan özlemlerini dile getirmişlerdir.81 Sûfîlerin Ashab-ı Kiram’la kurmak istedikleri bağ, tasavvuf kültüründe birçok kavram ve sembolik anlatımlarda yer bulmuştur. Silsile kavramı da sahâbe ile kurulan bu bağlardan biridir. Tarîkat silsilelerinin, genellikle Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin aracılığı ile Hz. Peygamber’e ulaştığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.v), Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin soyundan gelenler, İslâm toplumunda özel bir konumda yer almış, onlara gösterilen tâzim, dini bir vazife, Hz. Peygamber’e tâbi olmanın bir gereği olarak görülmüştür. Hz. Peygamber’in nesebinden gelme izzet ve îtibarını taşıyan tarikat önderlerinin yaşadıkları dönemin coğrafyasında, dinamikleriyle topluma önemli tesirleri olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v), en çok sevap kazandıracak amelin ‘’ Allah’ı zikretmek’’ olduğunu, zikir meclislerinin de dünyadaki cennet bahçeleri olduğunu buyurarak, sahâbeye bu meclislerden istifade etmeleri gerektiği tenbihâtında bulunmuştur. Sahâbenin, Hz. Peygamber’in tavsiyesi olan zikirleri çekmek amacıyla, iplere düğüm atarak ya da hurma çekirdeklerinden tespih yaptıklarına dair rivâyetlerde bulunmaktadır. Toplu zikirlerde yaptıkları bilinen sahâbeden, günlük virdi, on iki bin olanların olduğu söylenmektedir.Sahâbe döneminden itibaren Müslümanlar, ferdi ve toplu olarak farklı zikir uygulamaları yapagelmiştir. Bu durum tasavvufî tarîkatlarda icra edilen zikirlere de yansımıştır. İlk zikir telkini, Resûlullah tarafından dört halîfeye verilmiş, tarîkatler kendi meşreplerine uygun olanı esas almışlardır. “Tarikatlerde, hafî zikir genellikle Hz. Ebû Bekir kanalıyla gelen Sıddıkî meşreplerin; celî/cehrî zikir de Hz. Ali kanalıyla gelen Hayderî meşreplerin yöntemi olmuştur”. Resûlullah’ın yüce ahlâkıyla bezenmiş olan sahâbenin muhabbeti, teslimiyet, sadakât ve özveri içermekteydi. Hz. Peygamber’le olan ruhânî birlikteliğini zirve seviyede yaşayan Ebû Bekir, malını, canını, her şeyini ilahî muhabbet uğruna fedâ etmekten çekinmemiştir. Hz. Peygamber’in, Hz. Ebû Bekir’e, “Ailen ve çocukların için evde ne bıraktın?” sorusunu sorması üzerine, onun, Allah ve Resûlü’nün muhabbetini bıraktım” demesi, muhabbetle dolu gönül âleminin yansımasıdır. O’nun muhabbetinden en fazla payı alan sahâbî oluşuna da delil niteliğindedir. Bir sahâbînin, Resûlullah’a, kıyamet ne zamandır? suâli üzerine, Hz. Peygamber onun sorusuna soruyla cevap vermiş, kıyamete ne hazırladın? buyurmuştur. Hiçbir hazırlığının olmadığını, ancak Allah’ı ve Resûlünü sevdiğini söylemesine karşılık olarak, “O halde sen âhirette sevdiklerinle beraber olacaksın.” demiştir. Bu sözler, sahâbeyi çok sevindirmiş, verilen bu müjde sonraki nesillere ümit aşılayan, değerli bir hazîne hükmünde görülmüştür. Sahâbenin, Allah’a ve Resûlü’ne olan sevgisi, sûfîlerin tüm amellerindeki ana esâsı teşkil etmiş, muhabbet kavramı tasavvufî düşüncenin merkezinde yer almıştır. Sûfîler, “Mü’min, ülfet eder, ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimselerde hayır yoktur” hadîsini, rehber edinmişler, Hz. Peygamber’in sohbetinde yer alan sahâbîlerin, elde ettikleri rûhânî hazları yaşayabilme niyetiyle, kendi yaşamları boyunca sohbet halkalarında yer almışlardır. Hz. Mevlânâ da sûfî olmanın yolunun sohbetten, gönül birliğinden geçtiğini ifâde etmektedir. Allah Resûlü’nün sohbetlerinin sahâbeye sirâyet etmesi ve onları bu yolla eğitmesinden yola çıkılarak, sohbet irşâd yöntemi olarak da kullanılagelmiştir. Sûfîler nezdinde sohbet, tasavvuf yolunun ve Nebevî terbiyenin en önemli araçlarından biri kabul edilmiştir. Resûlullah’ın sahâbe ile olan sohbetlerinin devamı olarak görülen bu meclislerin, edep ve adâbına dair eserlerde yazılmıştır. Ashâbın seyahatle irşâd metodu da, önemli bir ideâl olarak görülmüş ve bu metodun sürekliliği sağlanmıştır. Bunun yanı sıra tekkelerde, tarihimizde Ashâb-ı suffe’nin ruhunu ve ilkelerini yaşatan müesseseler olarak kabul görmüştür. Tekkeler, Mevlânâ, Aziz Mahmut Hüdâyî (ö.1038/1628), Merkez Efendi, (ö. 959/1552), Hacı Bayram-ı Velî(ö. (ö. 833/1430), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469-70) gibi, İslâm târih ve medeniyetine iz bırakan birçok sûfînin, yetiştiği merkezler olarak da bilinmektedir. Sûfîde bulunması gereken ahlâkî vasıflar, tasavvuf ilminde fütüvvet kavramı ile ifade edilmiş, sahâbe, fütüvvet kavramının kaynağı olarak da kabul edilmiştir. Sülemî (ö. 412/1021), fütüvvetin gereklerini sayarken sahâbeden misâller vermektedir. Fütüvvet vasfı, Hz. Ali’ye Resûlullah’tan sirâyet etmiştir. Ahlâkı ile sûfîlere emsâl gösterilen Hz. Ali, cesareti, kahramanlığı, fedâkârlık ve vefâkârlığı ile ön plandadır. Genel görüşe göre, Hz. Ali'nin şahsiyetini ve ahlâki vasıflarını temsil eden bir olgu olarak karşımıza çıkan fütüvvet anlayışı hakkında, birçok sûfî yorumlarda bulunmuş, bu yorumlarına âyetlerden deliller getirmişlerdir. Fütüvvet hareketi zamanla seyfi ve kavli olmak üzere iki kola ayrılmış, “kavli kol” Hz. Ebû Bekir’e “seyfi kol” Hz. Ali’ye bağlanmıştır.

5. Sâhabe Hayatının Tasavvufî Hayata Yansıyan Yönleri

Klasik eserlerde, tasavvufî hayatın ilk basamağının, Hz. Peygamber ve sahâbe dönemi olduğu ifade edilmiş, günümüzdeki tasavvufî prensip ve kavramların birçoğunun Asr-ı saâdette var olduğuna işâret edilmiştir. Sûfî müellifler, sahâbenin söz ve davranışlarına binâen verdikleri örneklerle kurtuluşun, onların yoluna sarılmakla mümkün olacağını savunmuşlardır. Onların, tasavvuf ilmine konu olan zühd esâslı vasıflarını bela gelecek korkusu taşıyan, sıkıntı halinde yeis’e düşen, şükürden gâfil, servet peşinde koşan, îmân zafiyeti gösteren zamâne insanının hâlleriyle kıyas yapmaktadırlar. Helal hassasiyeti göstermeden kazanç elde edenlere, kendi îmânını sahâbe gibi kuvvetli zannedenlere, sitem etmektedirler. Böylelikle kendi iç ve dış dünyamızı gözden geçirip, mukayese yapmamızı, âhiret gerçeğini unutmamamızı, âkıbetimizi düşünmemizi sağlamaktadırlar. Genel olarak sahâbenin telakkî ve eğilimleri, dünyeviliğe karşı mesafeli durmak, zühd ve takvâ hâlini tercih etmek yönünde olmuştur. Dünya hayatını, ahiret mutluluğunu elde etmede bir geçiş yurdu olarak görmüşler, her an bu minval üzere yaşamaya gayret göstermişlerdir. Bazı sahabîler bu konuda daha ön plana çıkmıştır. Sûfîler de onların zâhidane hayatlarını örnek almış, insanlara örnek göstermişlerdir. Sahâbîlerin halleriyle hallenebilme yönündeki tavsiyelerini efdâliyet bakımından ilk olarak Hz. Ebû Bekir (ö.13/634) üzerinden başlatmışlardır1. Her devrin Müslümanlarına ışık tutan örnek bir şahsiyet olarak tâzim ettikleri, Hz. Ebû Bekir’in makam, mertebe ve fazîlet yönünden diğer sahâbilerden üstünlüğüne dikkat çekmişlerdir. Bu da Hz. Ebû Bekir’in sahâbe içerisinde, sûfîlerin öncüsü olarak kabul edildiğine dair bir delil teşkil eder. Sûfîler, cömertlik, zühd, îsar ve vera’ gibi üstün vasıfları sebebiyle Hz. Ebû Bekir’e tâbi olmuşlar, fütüvvet ruhunu O’ndan almışlardır. Hz. Ebû Bekir’in, harâma düşme endişesiyle helâli ve mübahı terketmesi sebebiyle dini uygulamada, azîmetle hareket etmenin mihveri olarak görülmüştür. Bununla birlikte Hz. Ebubekr’in ‘’Sıddîkiyet’’ mertebesinde olması, sahabenin en faziletlisi olarak görülmesinin sebebi olarak da marifetullahı kuşanmış olması zikredilmiştir. Üstünlüğünün Resûlullah’ın kalbine akıttığı sırdan dolayı olduğunu söyleyen sûfîler, bu sırrı mârifetinin büyüklüğü ile ilişkilendirmişlerdir. Sûfîlere göre,“Gördüğü her şeyden önce Allah’ı gören müşâhade ehlidir”. Marifetinin büyüklüğü, Resûllulah’a olan derin bağlılığı, muhabbeti, cömertliği ve takvâsının yanı sıra, sahv, temkin, vera’, fütüvvet, melâmet yönü ile ön plana çıkan Hz. Ebû Bekir, yüksek ahlâkı ile ona benzemek isteyenlere ve ahlâkını olgunlaştırma hedefinde olan sûfîlere, nümûne-i imtisâl olarak sunulmuştur. Sûfîlere göre, Hz. Peygamber’in davranışlarıyla aynîleşen Hz. Ömer ise, İslâmî esâslara tam riâyeti ile kul olmanın sorumluluğunun büyük hakîkatini hiç unutmayan bir sahâbîdir. Klasik eserlerde onun, Allah’a karşı mesûliyetlerini hakkıyla yerine getirebilme endişesi, mahşer günü vereceği hesabın muhâsebe hali içinde oluşu, bu sorumluluk bilinci ile gece ibâdetine düşkünlüğünü, ağlayarak istiğfar ederek, Rabbine yönelişini, namazın onun dünyâda kalma sebeplerinden ilki olması, dâimî namaz halinde oluşu anlatılmaktadır. O,inananlara güç veren, müşriklere de had çeken cesâret ve korkusuzluğuyla daima Hakkı savunan adaletiyle, peygambere olan sevgi ve bağlılığıyla, insanlara karşı merhametiyle, tevhid ve tebliğ odaklı halîfeliği ile kendi dönemine ve sonraki nesillere rehberlik eden bir sahâbîdir. “Her şeyle beraber Allah’ı gören” muhabbet ve mârifet ehli’dir.Hz. Ömer’in hal ve davranışları, zühd, takvâ, tevâzu, sabır, tevekkül ve şükür gibi hasletlerin, O’nda en mükemmel bir şekilde tecelli ettiğini göstermektedir. Havf, recâ, vera’ kavramları onun üzerinde görünür bir kisve halindedir. Hz. Osmân (ö.35/656), tasavvuf ilminde zâhidliği, edebi ile güzel ahlâk’ın simgesidir. O’nun en çok, korku ve ümit arasındaki hâs kulluğuna, Allah’ın kelâmını okumaya doymayan, gecesini gündüzünü ibâdet ile ihyâ eden hallerine değinilmektedir. Hz. Osmân, zenginliğe rağmen zühd ve takvâ içinde yaşanabileceğini gösteren teheccüt ehli, Kur’ân aşığı, istikâmet ve sebât ehlidir. Muhâsara altındaki teslimiyeti, Nemrud’un, İbrahim’i (a.s) ateşe atacağı zamanki olay ile eşleştirilmiş, Hz. Osmân’ın İbrahimî makamda olduğu ifade edilmiştir. Muhâsara altında öldürüleceğini bile bile Müslümanları korumak için savaşı emretmemesi, kendisini kurtarmaya gelecek olanları da reddetmesi, Hak ve hakîkate olan sadâkat ve hilminin yüksekliğindendir. Hz. Ali, sûfîler nezdinde ilim, zühd, takvâ, ihlâs, kahramanlık ve şecâat gibi yüksek ahlâkî vasıfları ile anılmaktadır. Sûfîler, Hz. Ali’nin Kur’ân, hadis ve özellikle fıkıh alanında olduğu gibi, tasavvuf alanındada otorite olduğu kanaatindedirler. Sûfîlere göre tasavvuf, gerçekte Hz. Peygamber’den Hz. Ali’ye intikâl eden bâtın ilmidir”.126Sûfî müellliflerin, Hz. Ali’nin sahip olduğu ilminin yanısıra hicret gecesindeki teslimiyeti, Resûllullah’a olan akrabalığı, muahât hadîsesinde, Hz. Peygamber’in onu kendine kardeş seçmesi gibi husûsiyetleri ele aldıkları görülmektedir. Muhammedî makamın imâmlarından olan Hz. Hasan’ın Hz. Ali gibi, Resûlullah’tan gelen bazı sırlara, bâtın ilmine sahip olduğuna işaret edilerek makamının ve mârifet bilgisinin yüceliğine, görünüş ve ahlâkî açıdan Resûlullah’a benzerliğine, tevâzu ve cömertliğine değinilmektedir. Ona duyulan muhabbet, Resullullah’a muhabbet olarak değerlendirilmiştir. Hz. Hüseyin ise şâhid olmanın bedeli sayılan şehitliği ile İslâm sancağını gelecek nesillere taşıma gayretinde olup, bu uğurda kendini fedâ etmekten çekinmeyen sûfîlerin nişânesi olarak görülmüştür. Muhakkık velilerden sayılan Hz. Hüseyin, Yüce Allah’a ihlâsla boyun eğenlerin, huşû ehlinin haline emsal gösterilmiştir. Üstün vasıflarla donanmış olan, klasiklerde ifrât ve tefritten uzak yaşantısıyla, zühd ve takvâsıyla anılan Selmân el-Fârisî, Peygamberimiz’in ehl-i beytten sayıp değer vermesiyle, ehl-i beytin kıymetine, saygınlığına, mirâsçı olmuştur. Bir parçasını yatak niyetine kullandığı, bir parçasını da üzerine elbise olarak giydiği aba ile hutbe okuyan, maaşının tamamını infâk eden, ibâdet, ilim ve hikmeti ile yücelmiş bir sahâbîdir. “Ashâb-ı suffe’dan oluşu, onun tasavvuf ehlince benimsenme sebeplerinden birisi olmuştur”. Âhiret hesabının zorluğu ve korkusu karşısında, bir ağaç olarak yaratılmayı arzu eden şiddetli fakirliğe sabredip, sadeliği tercih eden, kalbini meşgul edecek Allah’tan başka ne varsa uzaklaşan Ebû Zer, zühd denilince ilk akla gelen isimlerden biridir. Ahirette çetin bir hesaba mâruz kalınacağından dolayı, ihtiyacından fazla servetin mülkiyette tutulmasına karşı olan, kazanılan iki dirhem paranın birini helâl geçime, diğerini ahiret için sadaka verilmesi tavsiyesinde bulunan, “Bekâ ve fenâ ilmi hakkında da konuşan ilk kişidir.” O’nun, fanî olan dünyâ hayatına dâir bakış açısı ve zâhitlik yönü vurgulanmıştır. İbn Ömer’de, zühd yönüyle döneminin simgesi olarak kabul edilmiş, Hz. Peygamber’in sözlerini, fiillerini, takip eden iyi bir gözlemcisi takvâ ehli büyüklerden sayılmıştır.Köle âzad etmeyi, hayır işlemeyi, infâk etmeyi çok sevdiği ifade edilmiştir. İbn Ömer’in, Peygamber Efendimiz’in yaşayış tarzını bire bir kendi hayatına tatbiki, emirlerine itâatte gösterdiği titizliği ile âbid, zâhid, tâkva hali, sûfîler için en güzel misâllerden biri olarak görülmüştür. Müslüman olduktan sonra, hesap gününün çetin olmasından duyduğu kaygıdan dolayı, ticareti bırakarak ibâdete ve ilme sarılan Ebû’d Derdâ, zâhid ve zâkir, takvâsı, ilmi, ibâdet düşkünlüğü ile bilinen, arif ve mütefekkir bir sahâbîdir. Dünyâ hayatına meyletmeyen yaklaşımı, bâkî olana iştiyakı anlatılarak, Kur’ân’ın hükümlerini, Hz. Peygamber’in hayatını ödün vermeden kendi yaşantısına uygulama çabası, sünnet-i seniyye’ye sıkı sıkıya bağlılığı ile simge isimlerden biri sayılmıştır. Cömert, âbid, ilim ve takvâ sahibi olarak anılan Hz. Bilâl’in güzel ahlâkı ve iyilikte koşması, Resûl’ün hâllerinden bir hâl olarak görülmüştür. Namaza ve Rabbine olan muhabbetinin yansıması olan ezân okuyuşu ile Hz. Bilâl üzerinden, namazın önemi, kişi için göz aydınlığı oluşu zikredilerek, Hz. Bilâl’in aşk ve muhabbet hâlinin, Allah katındaki makbuliyetine değinilmektedir.

Sonuç

İslâm dünyasında sahâbe nesli, vahyin şahidi olmuş, Hz. Peygamber’in Nebevî mirasının temsilcileri olarak Hz. Peygamber’den sonra en müessir şahsiyetler olarak kabul edilmiştir. İslâm dini, sahâbenin Nebevî ahlâk ile bezenmiş kalbî hayatı ile kökleşerek yayılmış, onlar vesilesiyle Nebevî mirasın nesilden nesile intikâli gerçekleşmiştir. Kur’ân ve sünneti yaşama ve yaşatmada sarf ettikleri çaba onların ideal nesil olarak anılmalarının en önemli göstergesidir. Sûfîler, Asr-ı Saadet döneminin hakîkatini ve temsil ettiği ruhu, gelecek nesile taşıma görevini üstlenmişlerdir. Tasavvufun kaynağı olarak gördükleri Hz. Peygamber’in manevi yönünün, vefatından sonra sahâbe vasıtası ile sonraki nesle aktarıldığını düşünmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde, sünnete uyma, sahâbeye tabi olma ile ilgili emirleri, mânevî yolculukları açısından hayata geçirmeye ve bu çizgiyi muhafaza etmeye çalışmışlardır. Sûfî müellifler de sahâbenin mânevî hayatına dair her bilgiyi aktarmaya önem göstermişlerdir. Tasavvufî hayatın ve tasavvuftaki bazı kavramların kaynağının sahâbeye dayandığını, bu nedenle tasavvufi yaşayışın sahâbenin yaşam biçiminden neşet ettiğini savunmuşlardır. Zühd, tasavvuf ilminin zübdesi olarak görülmüş, klasik eserlerde de sahâbenin zühdî yönü ön plana çıkarılmıştır. Özellikle zâhid sahâbîlere yer verdikleri tasavvuf klasiklerinde, Müslümanların dünyâ ve âhiretlerini âbad edebilmelerinin çaresinin, İslâm’da, Kur’ân’da, Hz. Peygamber ve sahâbenin yaşayışında olduğunu vurgulamışlar, tasavvufun kişi ve toplum yaşamındaki ehemmiyetini ve lüzûmunu işlemişlerdir. Bozulmaya yüz tutmuş toplumun, mânevî ve ahlâkının yeniden inşâsında rehberlik etmek, dâimî hasret ile yâd ettikleri asr-ı saâdet dönemini yaşatmak niyetiyle sahâbe davranışlarından oluşturdukları reçeteleri, sahâbe nesli ile ilgili tasavvurlarını, yazdıkları eserlerle dile getirmişlerdir. Bu eserlerin üzerinden asırlar geçmesine rağmen üstlendikleri misyonla, vazifelerini halâ devam ettirdikleri görülmektedir. Takvâ, zühd, tevekkül, muhabbet murâkabe, ihlâs gibi birçok hasletin unutulmaması için, Asr-ı saâdet ruhu canlı tutulmaya çalışılmış, kurtuluşun ancak, dinin tam olarak zâhir ve bâtın yönüyle gelecek nesillere aktarımında ve koruma altına alınmasında, Nebevi eğitimden geçmiş neslin takip edilerek gerçekleşebileceği söylenmiştir. Sahâbenin günlük yaşamını, ibâdet ve taâtini tevekkül, tefekkür, havf ve recâ merkezli zâhidane yaşantılarından verdikleri örneklerlerle “Yaşayan Kur’ân” olan Resûlullah’ın şâhidi, Kur’an ve sünnetle beyân edilen hakîkatin ve hükümlerin uygulayıcısı olan sahâbenin, tasavvufa kaynaklık eden hayatı bizzat tatbik ettiklerini ortaya koymuşlardır. Görülüyor ki, anlatımları ve nasîhatleri her döneme hitap etmiş, sahâbenin hayatı, hakîkat yolcusu sûfîlere rehber olmaya devam etmiştir. Makalemizde ele aldığımız klasik eserlerde yer alan bazı zâhid sahâbîler örneğiyle sûfîlerin hâl, tavır ve yaşamlarıyla, yazdıkları eserlerle, sahâbe izinde hareket ettikleri görülmektedir. Tasavvufun ameli vechesini teşkil eden zühdün, menbaını Asr-ı saâdet’ten aldığı, sûfîlerin de hayat tarzı haline getirdiği bir nosyon olduğu saptanmaktadır. Sahâbenin hayatı, dünyevî olan her şeye daha çok yakınlığın artığı zamanımızda bir panzehir, bir kurtuluş reçetesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0