Tanrı’ya Adanmış Bir Hayat: Hıristiyan Manastır Yeminleri

Dr. Öğr. Yasin Güzeldal 2024-09-30

Tanrı’ya Adanmış Bir Hayat: Hıristiyan Manastır Yeminleri

Özet

Yemin, gelecekte yapılacak ya da yapılmayacak bir davranış ile ilgili olarak kişinin kararlılığını güçlendirmek için değer atfettiği bir varlık adına verdiği sözü ifade etmektedir. Manastır literatüründe ise yemin, en temel anlamıyla Tanrı’ya verilen bir söz olarak tanımlanmaktadır. Ahlakî anlamda, verilen bir sözün yerine getirilmesi o sözü veren kişinin sosyal çevresiyle ilişkisini etkilerken, dini anlam yüklendiğinde yemin, yerine getirilecek vaadin gerçekleştirilme olasılığını ve kişi üzerindeki sorumluluğu da arttırmaktadır. Bu sebeple manastır hayatı yaşayacak bir keşiş, manastır hayatındaki zorluklar karşısında insânî birtakım zaaflardan korunmak gayesiyle, terk edildiğinde belirli sonuçları olan manastır yeminleri etmektedir. Yemin çeşitleri farklı dinî tarikatlara göre değişkenlik gösterse de hepsinin özü bir şeylerden feragat etmeye indirgenmiştir. Bu vazgeçiş duyusal zevklerden, cinsel hazlardan ve benmerkezcilikten feragat etme şeklinde sıralanabilir. Böylece Hristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren asketik bir yaşam sürme çabasında olan keşişlerin yazılı olmayan kurallar çerçevesinde kendilerine birtakım mesuliyetler yükleyerek bu hayatı daha yaşanılabilir kılmaya çalıştıkları görülmüştür. Nitekim her insanın belirli ölçüde hayatını sürdürebilmesi için mal mülk edinme ve doğuştan getirdiği cinsellik gibi birtakım ihtiyaçları olduğu bilinmektedir. Bu noktada kişinin birtakım doğal ihtiyaçlarını yeminler aracılığıyla belirli bir otoritenin buyruğu altında köreltebileceği ya da en azından bastırabileceği düşünülmektedir. Hristiyanlık özelinde bakıldığında manastırlar bu amaç için daima en doğru yer olmuştur. Çünkü manastır yaşamının nihai hedefi, ruhun tutkulardan ve nefsin kötü arzulardan arındırılmasıdır. Bu arınma somutlaştırıldığında keşişin asıl hedefi yoksulluk, bekarlık, itaat ve istikrar kavramları çerçevesinde bir hayat sürmek olmaktadır. Böylece İsa Mesih’in öğretilerinden hareketle kusursuz olmak isteyen dindar kimselerin takip etmesi gereken birtakım ilkelerin zamanla manastır yeminlerine dönüştüğü görülmektedir. Hristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren asketik bir hayatı benimseyen münzeviler, kendilerini dini hayata bağlayan ve her birinin ihlal edildiğinde açık hukuki sonuçları olan itaat, istikrar ve conversatio morumdan oluşan Benedikten Yeminleri’ni ve 13. yüzyıldan itibaren de yoksulluk, bekarlık/iffet ve itaat yeminlerinden oluşan Evanjelik nasihatleri yerine getirme sözü vermektedirler. 6. yüzyılda Aziz Benedikt ile sistemli ve kurumsal bir kimliğe bürünen Hristiyan manastırlarının bu döneme kadar sistemli bir şekilde uyguladıkları manastır yeminlerinden söz edilememektedir. Bu sebeple manastır yeminlerinin Benedikt Kuralı ile manastır literatürüne girdiğini söylemek mümkündür. Bu noktada manastırların kurumsallaşması ve varlığını yüzyıllar boyu sürdürmesinde Benedikt’in benimsediği manastır yeminlerinin büyük etkisi olmuştur. Nitekim manastır iş ve işleyişinin sekteye uğramaması için alınan koşulsuz itaat yemini, manastırda ölene dek kalmayı taahhüt eden istikrar yemini ve manastır yaşamına sadakati ifade eden conversatio morum yemini ile bu kurumların sağlam bir altyapıya sahip oldukları görülmektedir. Aziz Benedikt’i bu yeminleri resmîleştirmeye iten sebepler arasında dönemin sosyal, siyasi ve kültürel gelişmelerinin de etkili olduğu bilinse de aynı zamanda bu yeminlerin manastıra adanan bir keşişin manevi hedefine ulaşması amacına da uygun hizmet ettiği görülmektedir. 6. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Avrupa’da en yaygın kullanılan manastır nizamnamesi olan Benedikt Kuralı’nın Fransisken ve Dominiken tarikatları gibi dilenci ve gezgin vaiz tarikatların ortaya çıkmasıyla etkinliğini kaybettiği bilinmektedir. Dönemin şartlarına göre reforme edildiği anlaşılan ve “Evanjelik nasihatler” denilen bu yeni manastır yeminleri sadece manastırlar değil, Kilise tarafından da tanınmıştır. Buna göre, yoksulluk yemini ile Tanrı’ya odaklanmanın önünde önemli bir engel olarak görülen para ve maddi mülklerden feragat edilmesi istenmektedir. Özdenetim ve fedakârlık pratiği gerektiren bekarlık/iffet yemini ile cinsellik ve ebeveyn olma arzularının Tanrı’ya armağan olarak sunulması beklenmektedir. İtaat yemini ile de tamamen Tanrı’nın iradesine teslim olunması istenmektedir. Günümüzde Katolik Kilisesi, bu üç yeminini “kutsanmış yaşamın” tanımlayıcı unsuru olarak resmen kabul etmektedir. Ancak Kilise’nin Evanjelik nasihatleri benimsemesi ve bu yeminlerin Kilise kanonu içerisinde yer alması manastırlarda uygulanan yeminlerden farklıdır. Kilise bu yeminleri tüm Hristiyanlardan beklememekte, ancak gönüllü olanların uygulayabileceği, kusursuz bir yaşamı hedefleyenlerin hayatlarında tatbik etmeleri gereken erdemler şeklinde görmektedir. Manastır yeminlerinin ele alındığındı bu çalışmada öncelikle manastırlarda yaşayan keşişlerin ne tür sorumluluklar alarak ve nelerden feragat ederek bu hayatı sürdürdükleri, daha sonra manastır nizamnamelerinin manastırların kurumsal varlığını sürdürebilmesi için keşişleri yeminler bağlamında nasıl motive ettiklerini anlamaya çalışmak başlıca hedefler olmuştur

Giriş 

Hristiyanlığın erken dönemlerinde asketik yaşamı tercih eden keşişler, tamamıyla kendilerini manastır hayatına adayacaklarına dair söz vermişler, bazı durumlarda ise bekaret gibi yaşamın belirli bir özelliğine özel bir vurgu yapmışlardır. Ancak 6. yüzyıla kadar yazılmış manastır nizamnamelerinde Aziz Benedikt (480- 543) dışında manastır yeminlerine dair özel bir vurgunun yapılmadığı görülmektedir. Benedikt, keşişlerin sorumluluklarını Benedikt Kuralı’nın (Regula Benedicti) gerektirdiği her şeyi kapsayacak şekilde tasarlamıştır. Benedikt’in manastır yeminleri olarak belirlediği itaat, istikrar ve conversatio morum (manastır yaşamına sadakat) kavramlarına yüklediği anlamda da bu düşüncesi açıkça görülmektedir. 13. yüzyıla kadar Avrupa’daki manastırlarda genel olarak Benedikt Kuralı takip edildiğinden manastırlarda da Benedikten yeminleri tatbik edilmiştir. 13. yüzyıldan sonra ise dilenci ve vaiz tarikatların (ör. Fransisken, Dominiken) ortaya çıkmasıyla manastırlardaki yeminlerin birtakım değişikliğe uğradığı görülmektedir. Zira Benedikten yeminlerinin bazıları, yapıları gereği bu tarikatların misyonlarına ters düşmüştür. Örneğin, Benedikten yeminlerinden olan istikrar yemini, dilenerek geçimini sağlayan ya da vaaz misyonunu benimseyen tarikatların yaşam şekillerine uymamıştır. Bu sebeple bu tarikatlar, Benedikten yeminleri üzerinde birtakım değişiklikler yapmışlardır. Buna göre, 12. yüzyıldan sonra Orta Çağda yoksulluk, iffet ve itaat yeminlerinden oluşan “Evanjelik nasihatler” ismi verilen yeminler manastırlarda uygulanmaya başlanmıştır. Daha sonra bu yeminlerin Kilise tarafından da kabul edilmesi ile yeminlerin günümüze kadar sürdürülen kalıcı ve istikrarlı bir kimlik kazanması sağlanmıştır. Erken dönem ve Orta Çağ Hristiyan manastır geleneğinde uygulanan manastır yeminlerinin ele alındığı bu makalede, manastırlarda yaşayan keşişlerin hayatlarını adadıkları bu kurumlara ne şartlarla bağlandıkları, Tanrı’ya verilen sözlerin manastır yaşamını nasıl şekillendirdiği ve her şeyden öte bu yeminlerin keşişlerin yaşamlarını, dolayısıyla manastır kurumunun sürekliliğini nasıl etkilediği sorularının cevapları bulunmaya çalışılacaktır. Makale, “Benedikten Yeminleri” ve “Evanjelik Nasihatler” şeklinde iki ana başlık altında ele alınacaktır. Her iki yemin türü için de çalışma boyunca izlenecek metot öncelikle yeminlerin Kutsal Kitap kökeninin incelenmesi ve daha sonra manastır yazarları ve tarikat liderlerinin bunu nasıl sistemleştirdiği üzerine olacaktır. Bu noktada gerek Doğu gerekse Batı manastırları ele alındığında en sistematik, kapsamlı ve geniş kitlelerce yüzyıllar boyu manastırlarda kabul edilen Benedikt Kuralı (Regula Benedicti) başlıca kaynak olarak kullanılacaktır. Bu sebeple çalışmanın birinci bölümü “Benedikten Yeminleri”ne ayrılmıştır. İkinci bölümde ise Fransisken ve Dominiken tarikatlarının ortaya çıkışı ile resmî olarak kullanılan Evanjelik nasihatler bu ana akım tarikatlar ile ilgili kaynaklar çerçevesinde ele alınacaktır. Her iki yemin sisteminde de ortak olan itaat yemini, bahsi geçen tarikatlar tarafından farklı yorumlandığından ayrı başlıklarda ele alınmıştır. Sonuç bölümünde ise elde edilen verilerden hareketle bu yeminlerin arka planında yatan maddi ve manevi gerekçelerin neler olduğu ve manastır kurumuna etkileri açıklanmaya çalışılacaktır.

1. Benedikten Yeminleri 

Aziz Benedikt, manastır yeminlerini resmî olarak kullanan ilk manastır yazarı olarak bilinmektedir. Benedikt Kuralı içerisinde bu yeminler şu şekilde ifade edilmektedir: “(Manastıra) kabul edilen bir kişi, oratoride (manastır kilisesi) herkesin önünde istikrar (stabilitas), yaşam tarzına sadakat (conversatio morum) ve itaat (oboedientia) üzerine yemin etmelidir.” Genellikle “Üç Benedikten Yemini” olarak da adlandırılan bu yeminler, aynı zamanda bir keşişin sorumluluğunu resmî olarak üstlendiği vaatler anlamına da gelmektedir. Bu yeminlerden sadece itaat yemini Benedikt Kuralı’nda ayrı bir başlıkta ele alınmıştır. Evanjelik nasihatler ile ilişkisi göz önüne alındığında, Benedikten yeminleri içerisinde bahsedilmeyen yoksulluk ve iffetin, kuralın dördüncü bölümünde ele alındığı ve bu kavramların kuralın ayrılmaz parçaları olarak ifade edildiği görülmektedir. Diğer bir Evanjelik nasihat olan “yoksulluk” ile ilgili olarak ise Benedikt, keşişlerin herhangi bir özel mülkiyete sahip olmayacağını söyleyerek bu konudaki görüşünü net bir şekilde beyan etmektedir.

1.1. İtaat

Hristiyan dini literatüründe “itaat” kavramı için dinlemek, kulak vermek, boyun eğmek anlamlarına gelen “oboedire” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime, manastır standartlarında düşünüldüğünde, verilen sıradan bir emri yerine getirmekten daha fazlasını ifade etmektedir. Bu sebeple itaat yemininin manastır disiplini içerisindeki arka planını anlamak için diğer manastır yeminlerinde olduğu gibi Kutsal Kitap’a bakmak gerekmektedir. Manastır geleneği incelendiğinde bu konu ile ilgili olarak Kutsal Kitap’a yapılan en sık atfın, İsa Mesih’in Havari Matta’ya hitaben “Beni takip et” çağrısı olduğu görülmektedir. Manastırdaki her keşiş bu çağrıyı, kendisine yapılmış bir davet olarak görür. Bu pasajın yanı sıra “Benim yemeğim, beni gönderenin isteğini yerine getirmek ve O'nun işini tamamlamaktır.” ifadesi de yine itaat yeminine yapılan başka bir atıftır. Bu anlayışın bir adım ötesi keşişin, İsa Mesih’i takip etmek için kendisini inkâr etmesi ve haçını yüklenmesi gerektiği söylemidir. Daha da kapsayıcı olan tutum ise aileden feragat etme noktasındadır. Bu süreç, Luka İncili’nde bahsedilen öğrencinin kendi hayatından bile vazgeçmesiyle teslimiyetle eş tutularak manastır geleneğinde her daim örnek alınması gereken bir davranış olarak ifade edilmiştir. Ayrıca Benedikt’in, “Sizi dinleyen beni dinlemiş olur, sizi reddeden beni reddetmiş olur. Beni reddeden de beni göndereni reddetmiş olur.” pasajını referans göstermesinden de anlaşılacağı üzere üstlere itaat, dolaylı yoldan Tanrı’ya itaat etmekle eş tutulmuştur. Üçüncü olarak ise Benedikt, itaatin nasıl gerçekleştirileceğine dair birtakım niteliklerden bahsetmektedir. Buna göre itaatte, tereddütsüz, geciktirmeden, homurdanmadan, nefsânî isteklerden feragat ederek, gönüllü, sabırlı, korkusuz ve neşeli bir şekilde verilen emri yerine getirmek gibi birtakım kriterler bulunmaktadır. Önemli bir Benedikten araştırmacısı olan Cuthbert Butler (ö. 1934), öncelikle Benedikt’in itaat anlayışını teorik (emirleri Tanrı’dan geliyormuşçasına kabul etmek) ve pratik (ertelemeden) olmak üzere iki başlıkta ele almaktadır. Butler, daha sonra bu iki ilkenin, Kural’ın içerisinden bolca örneklenebileceğini söylemekle birlikte, Aziz Benedikt'in bu öğretisinin özellikle ortaya konması gereken dört yönü olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan ilki insana tatlı gelen itaattir. Eğer emredilen şey tereddütsüz, hızla, ılımlı bir şekilde, mırıldanmadan yerine getirilirse, bu itaat Tanrı tarafından kabul edilebilir ve insan için de haz alınarak yerine getirilmiş bir görev olacaktır. İkincisi, içsel itaattir. Zira itaat yemini dışarıdan itaatle, yani emredilen şeyin fiili olarak yerine getirilmesiyle yerine getirilse de bu yeminin erdemli bir tutum haline dönüşmesi için içsel itaat gereklidir. Aziz Benedikt bu noktada keşişlerinden şunu talep etmektedir: “Mürit, yüreğinde kızgınlık ve kötü bir niyetle itaat ederse, verilen emri yerine getirse bile o, kötü niyetlinin kalbini gören Tanrı için kabul edilemezdir. Bundan ona herhangi bir lütuf gelmeyecek, bilakis bunu istekli bir şekilde yerine getirmezse, kötü niyetli tavrı yüzünden cezaya uğratılacaktır.” Üçüncü sırada imkânsız görevler konusu bulunmaktadır. Benedikt bu konuda keşişin gücünü aşan emirler karşısında nasıl bir tutum sergileyeceğini belirtmektedir. Buna göre eğer bir keşişe, üstleri tarafından gücünü aşan bir görev emredilirse o, bu görevi yapamayacağını nazik bir dille ifade etmelidir. Fakat, emri veren kişi bu konuda ısrarcı olursa bu durumda keşiş, kendisi için bunun en iyisi olduğunu düşünmeli ve Tanrı’nın desteğine güvenerek verilen emre içtenlikle itaat etmelidir. Butler’ın sınıflandırmasında dördüncü ve son olarak karşılıklı itaat konusu ele alınmaktadır. Başrahip ve rütbeli keşişlere itaatin yanı sıra Benedikt, keşişlerin birbirlerine karşı olan itaatlerinden de bahsederken genç keşişlerin yaşlı keşişlere karşı itaatkâr bir tutum sergilemeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Burada Benedikt’in, karşılıklı itaatin Tanrı’ya gidilecek yol olduğu noktasında keşişlere güvence verdiği görülmektedir. Nitekim Aziz Benedikt, itaatin keşiş ve Tanrı arasında kurulacak bir bağ ile gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmakta ve bu görüşünü Kutsal Kitap’tan yaptığı alıntılarla desteklemektedir. Bu noktada Benedikt, “Duyar duymaz sözümü dinlediler.”, “Sizi dinleyen beni dinlemiş olur.” ve “Tanrı sevinçle vereni sever.” gibi pasajları alıntılayarak itaatin temel gayesinin tereddütsüz, içten ve inançlı bir şekilde olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu ifadelerden Benedikt’in itaat konusunda keşişlerin psikolojisini bu duruma karşı hazır hale getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Zira Benedikt, bu görevin duygusuz ve gönülsüz bir şekilde yerine getirilmesini istemediğini defalarca ima etmektedir. Benedikt’in itaat ile ilgili yaptığı alıntıların çoğunun İnciller’den yapılmış olması dikkat çekicidir. Buna göre, Benedikt’in manastır yaşamı çerçevesinde açıklamaya çalıştığı itaat yemini, bariz bir biçimde İsa Mesih ile irtibatlandırılmaktadır. Nitekim Benedikt’e göre itaat, aynı zamanda Mesih’in çarmıhta Baba’ya olan itaatini temsil ettiğinden, Tanrı’nın bir lütfu olarak görülmelidir. Bu yüzden itaat, keşiş için kalpten gelerek yerine getirilmesi gereken bir tutumdur. İtaat yeminin bir diğer önemi manastırların kurumsallaşmasına dair yaptığı doğrudan katkıdır. Nitekim bu yemin neticesinde hem manastır işleyişinin devamlılığı hem de manastır iç disiplini güvence altına alınmaktadır. Bu sebeple, idareciler değişse de Benedikt Kuralı’nı takip eden manastırların yüzyıllarca varlığını sürdürebilmesi bu durumla açıklanabilir.

1.2. İstikrar

Latince “stare” kelimesinden türetilmiş olan istikrar kelimesi (stabilis) dikilmek, ayakta durmak, hareketsiz kalmak anlamlarına gelmektedir. Benedikten manastır geleneğinde ise istikrar, genellikle manastırda yaşayan keşişlerin manastır yaşamına sadık kalmalarını ifade eden bir kavram olarak kullanılmıştır. İstikrar yemini Benedikt tarafından, bir keşişi hayatının geri kalanında manastır yaşamına ve cemaate bağlayan bir taahhüt olarak görülmüştür. Benedikten manastırında yaşayan bir keşiş istikrar yemini ettiğinde manastırın iklimine, yaşam koşullarına, vb. her türlü olumlu olumsuz koşulu da kabul etmiş sayılmaktadır. Manastıra katılacak olan aday keşiş, manastırda yaşamak ve burada ölmek niyetiyle yemin etmektedir. Bu durum, aynı zamanda hastalık nedeniyle bile olsa (hastanede yatmayı gerektiren zorunlu haller dışında) manastırdan hiçbir şekilde ayrılmamak anlamına gelmektedir. Böylece bu yemin, aynı zamanda başka bir manastırda yaşama isteğinin ya da birtakım güçlüklerle karşılaşıldığında manastır yaşamından tamamen ayrılma isteğinin de önüne geçmektedir. Benedikt’in “Ölene dek manastırda sebat etmek...” anlayışı, Matta İncili’nde “Sonuna kadar sebat edenler kurtulacaktır.” ve Luka İncili’nde “Denendiğim zamanlar benimle birlikte dayanmış olanlar sizlersiniz.” pasajları ile birlikte okunduğunda istikrarın manastır yaşamında sebat etmek anlamına geldiğini de göstermektedir. Bunun dışında, Pavlus’un mektuplarında Korintlileri “Dayanın, sarsılmayın, Rab’bin işinde her zaman gayretli olun (stabiles estote et immobiles).” ve “İmanda dimdik durun (state in fide), mert ve güçlü olun.” ifadeleri de istikrarın Yeni Ahit temelli bir anlayış olduğunu gösteren bir başka örnektir. Konu ile ilgili olarak ünlü Benedikten araştırmacısı ve rahibi Adalbert de Vogüé’e (1924-2011) göre istikrar terimi sınırsız bir manevi gelişim sürecine dâhil olmayı ifade etmektedir. Aksi takdirde, bir yerde devamlı ikamet etmek, sadece oranın kapısından dışarıya çıkmamaktan başka bir anlama gelmeyeceğinden, yemin olarak edilen istikrar sözü, bu manevi büyüme sürecinde sebat etmek anlamına da gelmektedir. Benedikt Kuralı’nda istikrar kavramına dair yapılan ilk atıf önsöz bölümünde yer almaktadır: “Asla O’nun rehberliğinden ayrılmayın, ölene kadar manastırda kalın (ad mortem in monasterio perseverantes), sabırla Mesih’in tutkusunu paylaşıyoruz, böylece sonunda Tanrı’nın krallığına girebiliriz.” Dördüncü bölümün sonuna gelindiğinde, “Tüm bu işleri özenle ve sebat ederek yerine getirmemiz gereken atölye, manastırın muhafazası, toplumun istikrarıdır (et stabilitas in congregatione).” şeklinde istikrar kavramının tekrar ifade edildiği görülmektedir. Buna göre, Benedikt’in vurguladığı istikrar kavramı keşişin, Tanrı’nın sözüne tüm kalbiyle yanıt verebileceği bir atmosfer oluşturmasına yardımcı olmaktadır. Buradan hareketle de istikrar, aynı zamanda sebat etmenin dışa dönük ifadesi olarak da yorumlanabilmektedir. Benedikt’in, dikkat çekici ölene dek manastırda kalma fikrinin mekânsal bir istikrarı ifade ettiği açıktır. Bu ifadelerden hareketle Benedikt’in bu yemin vasıtasıyla, manastıra katılanların kendilerini tam manasıyla manastıra adamalarını ve bunun neticesinde de manastırdaki keşişlerin bir aile olarak birbirlerine bağlanmalarını istediği anlaşılmaktadır. Oluşan bu birliktelikle kenobitik (toplu yaşam) manastır yaşamında kalıcı bir topluluk oluşturulmak istendiği görülmektedir.

Nitekim bunun altında yatan önemli sebeplerden biri de Benedikt’in Sarabaite ve Gyrovague toplulukları gibi gruplar tarafından uygulanan göçebe keşişliği ortadan kaldırmak istemesidir. Zira Hristiyan manastırcılığının 6. yüzyıla kadar geçirdiği evreler göz önüne alındığında istikrarsızlık ve dünyevi hayattan tamamı ile kopamama Benedikt tarafından manastır kurumunun en önemli problemlerden biri olarak görülmüştür. Bu nedenle Benedikt Kuralı henüz birinci bölümde bu iki göçebe keşiş türünü reddederek, bu tür bir manastırcılığa karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Benedikten manastırlarının kurumsallaşmasında ve yüzyıllar boyu varlığını devam ettirmesinde istikrar yemininin büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Nitekim istikrar yemininin mekân üzerindeki etkisine bakılacak olursa, Avrupa’daki çevresel düzen ve ekolojik farkındalığın oluşmasından çok daha önce, Benedikten manastırlarının arazi düzenleme konusunda önemli bir geçmişe sahip oldukları bilinmektedir. İstikrar yemini ile kendilerini manastıra adayıp yaşadıkları ortamı kendi evleri olarak gören keşişlerin, uzun vadede oluşan ortak bir mekân sevgisi ve kurumsal bağlılık sonucunda böyle bir gelişimin meydana geldiği söylenebilir.

1.3. Conversatio Morum

Benedikten yeminlerinin üçüncüsü olan conversatio morum, literal olarak “yaşamın dönüşümü” şeklinde tercüme edilebilirken, ifadenin tam anlamı konusunda oldukça fazla tartışma olduğundan genellikle Latince haliyle kullanılmıştır. Benedikt Kuralı’nın 58. bölümünde diğer yeminlerle birlikte kullanılan bu ifade, kendisini manastır yaşamına adayacak bir keşişin/rahibenin, hayatının geri kalanını manastır yaşamına göre düzenlemesi ve bu hayata sadık olması anlamlarına gelmektedir. 20. yüzyılın önemli Katolik yazarlarından Thomas Merton’a (1915- 1968) göre conversatio morum manastır yeminleri arasında en temel ve kapsamlı olanıdır. Nitekim manastır hayatının sürekliliği ve devamlı kendini yenilemesi sadece bu yemin ışığında gerçek manada anlaşılabilir. Merton’un bahsettiği bu yenilenme, tefekkürü, manastır yaşamına uygunluğu ve manastır yaşamının temeli olan ibadet ve kefaretin tüm manevi hayatı şekillendirmesini sağlayan bir eylemdir. Aynı zamanda conversatio morum gerek itaat ve istikrar yeminlerini gerekse üç temel yemin içerisinde bahsedilmeyen yoksulluk ve iffet kavramlarını da kapsamı içerisine almaktadır. Zira keşiş adayı conversatio morum yemini ile hayatı boyunca bu sıra dışı yaşam tarzına sadık kalacağına dair bir taahhütte bulunmak tadır ve bu yemin her gün tekrarlanan bir dönüşüm çağrısını ifade etmektedir.40 Conversatio yemini ile ilgili olarak Pavlus’un şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Baba’nın yüceliği sayesinde Mesih nasıl ölümden dirildiyse, biz de yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yoluyla O’nunla birlikte ölüme gömüldük.” Bu ifadeler conversatio yemininin manastır yaşamına adanmaya (gömülmeye) niyet edilmiş bir dönüşümün kabullenilmesi olarak yorumlanabilir. Buna göre conversatio morum kefaret, dünyadan el etek çekme, yalnızlık, maneviyat, itaat, ibadet, yoksulluk ve manastır yolunda çaba harcama yemini olarak da ifade edilebilir. Önemli bir başka Benedikten araştırmacısı Esther De Waal’a (1930-) göre bu yemin, “Gel, beni takip et” diyen İsa Mesih’in sözüne tamamen ve bütünsel bir şekilde karşılık veren keşişin, kendisine engel olacak her şeyi terk ederek manastır hayatına adanmasını ifade etmektedir. Merton’a göre ise aynı zamanda bu yemin Tanrı’nın sözüne itaat etmenin, Tanrı’nın iradesini yerine getirmek için bir kural ve bir başrahibin gözetimi altında olmayı kabul etme taahhüdüdür. De Waal, bu yeminin karşılığının sadece öldükten sonrasında değil; bu hayatta da alınabileceğine dair dikkat çekici başka bir yorumda bulunmuştur. Nitekim Benedikt’e göre bu yemin, keşişi sürekli Tanrı’ya doğru iten bir dinamizme sahiptir. Benedikt, “Biz bu yaşam tarzı ve inanç üzerinde ilerledikçe, Tanrı’nın yolu üzerinde koşmalıyız ve bu sayede kalbimiz sevginin ifade edilemez zevkiyle dolup taşar.” diyerek bu yemine sadık yaşamanın bu hayatta da bir karşılığı olduğunu söylemektedir. Böylece conversatio yemininin, sadece ölümden sonraki hayata dair öğretilerin bulunduğu diğer eski manastır kurallarından bu yönüyle ayrıldığı söylenebilir. Adalbert De Vogüé’e göre Benedikt’in, kuralın ilk bölümünde kenobitikleri manastırda yaşayan, bir kurala tabi olan ve bir başrahibin gözetiminde olan kişiler olarak tanımlaması aynı zamanda bahsi geçen üç yemine de karşılık gelmektedir. Bu durumda istikrar, ömür boyu manastırda yaşamaya; conversatio, Benedikt Kuralı’na riayet etmeye; itaat ise üstlerin emirlerine tabi olmayı ifade etmektedir. İstikrar yemini, adaylık başlangıcında edilirken, itaat yemini de bir yılın sonunda adayın adaylık sürecindeki durumuna göre tekrarlanan bir yemindir. Conversatio morum yemini ise manastır yaşamına kabul edildikten sonra verilen emirlere itaate ve Benedikt Kuralı’na göre yaşamaya dair verilen tüm sözleri kapsamaktadır. De Vogüé, conversatio yemininin başlıca hedefinin Benedikt Kuralı’nı gözetmek olduğunu söylemektedir. Ancak bu bağlamda düşünüldüğünde dahi conversatio kelimesinin niteliğini ve dinamizmini korumaya devam ettiği görülmektedir. Nitekim dini hayat mükemmelliğe doğru bir eğilimse, conversatio da kuralı rehber edinerek kutsallık arayışına girmek anlamına gelmektedir. Benedikt Kuralı’na giriş kapısı olarak conversatio yemini, tam da bu nedenle sonsuz bir ilerleme için hareket noktası olarak görülmektedir. De Vogüé bu noktada keşişlerin her gün Kutsal Yazıları ve Babaların eserlerini okuyarak saatler geçirmelerini, platonik olarak büyük öğretilere ve güzel örneklere hayranlık duymaya değil; kendilerini onları takip etmeye zorlamak şeklinde yorumlamaktadır. Böylece keşişlere bu yazıları okutan Benedikt Kuralı, onları kuralın talimatlarını aşan bir şey aramaya davet etmektedir.

2. Evanjelik Nasihatler

“Evanjelik”, “iyi haber” anlamına gelen Yunanca “evangelion (εὐαγγέλ-ιον)” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Evangelium şeklinde latinize edilen bu kelime, aynı zamanda İsa Mesih’in iyi haberlerini insanlara ulaştıran Hristiyanları ifade etmek için de kullanılmaktadır. Bu bağlamda dört İncil’in yazarları (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) aynı zamanda “dört Evanjelist” olarak da nitelendirilmektedir. Hristiyan geleneğinde “Evanjelik nasihatler” olarak formülleştirilen yoksulluk, iffet ve itaat kavramları İsa Mesih’in takipçilerine empoze ettiği emirlerden ziyade bir tür davet olarak kabul edilmektedir. Bu davet, mükemmelliğe ulaşmak için maddi mallardan gönüllü olarak feragat edilmesi ve itaat öğretisiyle yakından ilişkilidir. Bu durum, sonsuz yaşamı kazanmak için ne yapması gerektiğini soran zengin genç adama İsa Mesih’in verdiği cevapta da görülebilir: “Eğer eksiksiz olmak istiyorsan, git, varını yoğunu sat, parasını yoksullara ver; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle.” Bu pasajdan hareketle yoksulluk, iffet ve itaat gibi Evanjelik nasihatler, geleneksel olarak pratikte İsa Mesih’in mükemmel olma davetine bir yanıt olarak anlaşılmıştır. Özellikle 12. yüzyıldan sonra Fransisken ve Dominiken tarikatları tarafından resmî manastır yemini olarak uygulanmaya başlanan Evanjelik nasihatler (yoksulluk, iffet ve itaat), günümüzde manastırların yanı sıra tüm Katolik dini kurumlar tarafından da kabul edilmektedir. Roma Katolik Kilisesi’nin yürürlükte olan Kilise Kanunu'nda da kutsanmış bir yaşam biçimi için Evanjelik nasihatlerin gerekliliği vurgulanmıştır.

2.1. Yoksulluk

Yoksulluk yemini, genel olarak, İsa Mesih'i takip etmek için, dünyevi mallardan tamamen feragat etme vaadi olarak Tanrı’ya verilen bir söz olarak tanımlanabilir. Yoksulluk yemininin amacı görünür, maddi ve parasal bir değerde olan her hangi bir şeye sahip olmamaktır. Yoksulluğun zıttı olarak zenginlik ise asketik yaşamı benimseyen keşişlerin yüksek manevi kazanımlara ulaşmada engel olarak gördükleri sosyal bir statüdür. Manevi yükseliş amacıyla manastıra katılan bir kişi bu nedenle dünyevi mal ve mülkten kendisini arındırmalı ve yoksul bir yaşamı benimsemelidir. Bu sayede maddi olanı terk ederek, manastır hayatının en önemli hedefi olan Tanrı'yla bir olma idealinin önündeki en önemli engellerden birinin ortadan kalkacağına inanılmaktadır. Hristiyan keşişler, yoksulluk yeminini Kutsal Kitap’a ve özellikle de kendileri için fakirleştiğine inandıkları İsa Mesih'in öğretilerine dayandırmaktadırlar. Aziz Antoni’den (251-356) itibaren tüm asketiklerin benimsediği ve fakirliği teşvik etmek için kullandıkları en popüler İncil pasajı şudur: “Eğer eksiksiz (kusursuz) olmak istiyorsan, git, varını yoğunu sat, parasını yoksullara ver; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle.” Bu pasaj yüzyıllar boyu manastır geleneğinde yoksulluk yemininin en temel dayanaklarından biri olarak kabul edilecektir. Nitekim Kudüs'teki Hristiyan cemaati de bu anlayışla yoksulluğu seçmeleri gerektiğini ilk andan itibaren idrak ederek mallarını satmış ve herkesin ihtiyacına göre hepsini paylaşmışlardır. Bir başka pasajda İsa Mesih, öğrencilerini vaaz etmeleri için görevlendirirken, “Kuşağınıza altın, gümüş, ya da bakır para koymayın. Yolculuk için ne torba ne yedek mintan, ne çarık ne de değnek alın.” demektedir. Ayrıca ona öğrenci olmak isteyenlere bir bedel olarak, “Aynı şekilde sizden kim varını yoğunu gözden çıkarmazsa, öğrencim olamaz.” demiştir. Başka bir pasajda İsa Mesih’in zenginlik ve takva arasında ters bir orantı kurduğu şu metaforik anlatıda net bir şekilde görülmektedir: “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bir adamın Tanrı egemenliğine (cennete) girmesinden daha kolaydır.”56 Bu ve benzeri pasajlardan manastır keşişlerinin gerçek kutsallığın vazgeçilmez bir koşulu olarak Mesih'in yoksulluk dolu bir yaşamı tavsiye ettiğini anlamaları kadar doğal bir şey yoktur. Ancak buradaki asıl konu İsa Mesih’in zenginliğe karşı olduğu mu yoksa her halükârda fakirleşmenin gerekli olup olmadığı sorusudur. İncil pasajları incelendiğinde İsa Mesih’in, zenginliğe karşı doğrudan bir düşmanlık beslediğini söylemek zordur. Nitekim Yeni Ahit’e göre kendisi de zengin olduğu halde yoksulluğu tercih etmiştir. Onun zenginliğe karşı takındığı olumsuz tavırdan, zengin kişilere gösterilen anormal saygı ve özel mülkiyete olan aşırı tutkuya karşı insanları uyardığı anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum da sınıf ayrımının ortaya çıkmasına yol açtığından İsa Mesih’in kardeşlik, eşitlik, karşılıklı sevgi ve uyum içerisinde özgürce yaşama gibi doktrinleriyle uyuşmamaktadır. Aziz Pakomius, Aziz Basil ve Aziz Benedikt kurallarını benimseyenler tarafından resmî manastır yemini olarak görülmeyen yoksulluk, 13. yüzyılda Fransisken Tarikatı “Ordo Fratrum Minorum (Küçük Keşişler Tarikatı)” tarafından bir manastır yemini olarak kabul edilmeye başlanmıştır. 13. yüzyıldan itibaren Fransisken Tarikatı ile birlikte “dilenci, vaiz tarikatları” olarak da bilinen Dominiken, Augustinian ve Karmelit tarikatları da bu yemini benzer şekilde benimsemişlerdir. Özellikle Orta Çağın büyük bir bölümünde tek geçerli manastır nizamnamesi olarak kullanılan Benedikt Kuralı’na göre manastıra adanmış bir kimse için dünyevi mal mülk sahibi olmak halihazırda yasaklanmış durumlardan biridir. Buna göre, manastıra girmeden önce sahip olunan malların fakirlere dağıtılması ya da resmî bir bağışla manastıra bağışlanması gerekmektedir. Ayrıca Benedikt, keşişin mülkiyet edinmesini kötü bir şey olarak görür ve bunun, kökünün kazınıp manastırdan atılması gereken bir durum olduğunu belirtir. Ancak Benedikt yine de “yoksulluğu” manastır yeminleri içerisinde saymamıştır. Fransisken Tarikatı’nın kurucusu Aziz Francis’in (Francesco d'Assisi, 1181- 1226), kaleme aldığı 12 maddelik Regula Bullata60 adlı nizamnamesinde “yoksulluk”, üç manastır yemininden biri olarak Matta 19:21 uyarınca ele alınmaktadır. Buna göre tarikata girmek isteyen kişi kişisel eşyalarını satmalı ve yoksulluk için çabalamalıdır. Ayrıca Aziz Francis yoksulluğa alegorik bir anlam yükleyerek onu “hanımefendi” şeklinde kişileştirmiştir. Yine aynı nizamnameye göre keşişlerin para kabul etmeleri de kesinlikle yasaklanmıştır. Fransisken Tarikatı, o döneme kadar herhangi bir sınırlandırma getirilmeyen keşişlerin ortak mülkiyetleri hakkında da birtakım değişikliklerde bulunmuştur. Buna göre tüm taşınmaz malların ve tüm gelirlerin mülkiyetini ortak olsa da yasaklanmıştır. Hatta Fransiskenler bir adım daha ileri giderek, tüm mülklerini Kutsal Makam'a (Papalığa) bağlamışlardır. Aynı dönemin bir diğer önemli tarikatı olan Dominiken Tarikatı ise yoksulluğu Fransiskenler kadar katı bir biçimde kabul etmese de İsa Mesih’in gönüllü yoksulluğu çerçevesinde dünyalık mal ve mülklere sahip olmama ilkesini benimsemiştir.64 Çok geçmeden 13. yüzyıla damgasını vuran bu yoksulluk yeminin birtakım suistimallere sebep olan belli bir yoksulluk halini yarattığı müşahede edilmiştir. Sonuç olarak, Trent Konsili’nin (1563) 25. oturumunda, Fransiskenler ve Kapüsenler’e ait olanlar hariç tüm manastırların taşınmaz mülklere ve dolayısıyla buradan elde edilen gelire sahip olmasına izin verilmiştir. Hristiyan manevi yaşamında yoksulluk, genellikle İsa Mesih'le birlik olmak ve dini mükemmelliğe ulaşmak için gerekli bir araç olarak görülmüştür. Thomas Aquinas’a (ö. 1274) göre de mükemmelliğe ulaşma yolunda yoksulluk daha katı uygulandığında değil, tarikatın hedefine göre uygulandığında bu tarikatlar gerçek anlamda muvaffak olacaklardır. Zira faal yaşamda maddi varlıklar gerekli olduğu gibi asketik yaşamda da mükemmel yoksulluk gereklidir. Çünkü asketik yaşamı benimseyen bir keşiş, tüm mülklerden mutlak bir şekilde koparılmalı ve kendisine yapılacak maddi desteğe bel bağlamalıdır. Dolayısıyla dilenci ve vaaz tarikatların bu konudaki temel ideali de bu yönde olmuştur. Nitekim asketik yaşamın rahat bir seviyede yaşandığı oran ölçüsünde nihai hedef olan İsa Mesih’le bir olma düşüncesinden uzaklaşılacağı düşünülmektedir.

2.2. İffet

Manastır yaşamında bekaret veya iffet, bedenin ve ruhun her anlamda saflığını ifade etmektedir. Manastır yaşamını tercih eden bir kişinin feragat edeceği şeyler zorluk ölçütüne göre sıralandığında maddi mülklerden feragat etmenin yapılacak ilk ve en kolay adım olduğu düşünülebilir. Nitekim maddi yükümlülüklerden feragat etmek insan tabiatının dışında kabul edilebilecek bir durumdur. İnsan tabiatına aykırı olarak görülen bekarlık ise görece daha zor bir adımdır. Manastır yaşamında bir keşişin temel hedefi ahlaki ve ruhsal ilerlemedir. Bu amaçla bekarlık, keşişin manevi özgürlüğe kavuşmasına yardım eder ve ona asketik yaşamın gerekliliklerini yerine getirmesine fırsat tanır. Hristiyanlığın özellikle ilk dönemlerinde bekarlığın, Hristiyan asketizminin en karakteristik özelliklerinden biri olduğu görülmektedir. Bu dönemde, kilisede kutsanan bakireler 1. yüzyıldan itibaren özel bir kategoride değerlendirilirken, 2. yüzyılın sonunda ise Tertullian’ın (ö. 220) kutsanma törenlerinde bakirelerden “Mesih’in gelinleri” olarak bahsettiği görülmektedir. Hristiyanlığın İmparatorluk tarafından tanınması (M.S. 313) ile sona eren zulüm dönemi sonrasında şehitliğe gerek duyulmayan bir ortam oluştuğundan, “bâkirelik” kavramının popülaritesi bu süreçte daha da artmış, hatta Athanasius (ö. 373) bakireleri şehitlerle bir tutarak onları İsa Mesih'in imanına ve öğretisine birer tanık olarak göstermiştir. Evanjelik nasihatlerin ikincisi olarak kabul edilen bekârlığa yüklenen tüm bu anlamlar, genellikle İsa Mesih’in şu sözlerine dayandırılmaktadır: “Biri bana gelip de babasını, annesini, karısını, çocuklarını, kardeşlerini, hatta kendi canını bile gözden çıkarmazsa, öğrencim olamaz.” İnsanı bu dünyaya bağlayan en güçlü bağlardan biri olarak görülen eş ve çocuk sahibi olmak manastır yaşamı söz konusu olduğunda sadece bunlardan değil, aynı zamanda bunlardan doğan tüm cinsel arzulardan veya duygulardan da feragat etmeyi gerektirir. Buna göre manastırdaki bekaret düşüncesi, İsa Mesih’in öğretileri göz önüne alındığında, meleklerinkine benzer bir hayat yaşamayı öngörmektedir. Nitekim Yeni Ahit’e göre insanlar ölümden diriltildiklerinde ne evlenirler ne de evlendirilirler, onlar göklerdeki melekler gibidirler. Hristiyan inancına göre bakirelik ile korunan bedenin bütünlüğü özel bir anlam kazanmaktadır. Bu yüzden bakirelik, yaratıcının elinden çıktığı şekliyle cennetteki ilkel halin korunması anlamına gelmektedir. Bekarlık cennete dönüşü temsil ettiğinden bu durum aynı zamanda manastır yaşamının eskatolojik görüşünü de göstermektedir. Bu inanca göre bekarlık aynı zamanda kutsal bakire Meryem’in ebedi bekaretinin derin anlamını anlamaya da yardımcı olmaktadır. İlk dönem Hristiyanları arasında bekarlık konusunda başlıca motivasyon kaynağı İsa Mesih’in evlenmemiş olması ve bu konudaki öğretileri olmuştur. Buna göre İsa Mesih, evliliği bu dünyaya ait bir faaliyet olarak görmüş, “Tanrı’nın Krallığı”na erişmeye layık görülenlerin ise evlenmeyeceğini veya evlendirilmeyeceğini ifade etmiştir. Yine başka bir pasajda İsa Mesih herkesin bekarlığı kabul edemeyeceğini, ancak özel bir lütufla cennetin krallığı uğruna bazı kişilerin bekâreti seçebileceğini söylemekte ve bu kararı kişinin kendi tercihine bıraktığı görülmektedir. Buna göre bu pasajlardan manastır hayatının savunulmakta, korunmakta ve desteklenmekte olduğu sonucu çıkarılabilir. İsa Mesih’in evlilik konusundaki bu tavrı, sonrasında Pavlus (ö. 64-67?) tarafından daha üst bir noktaya taşınmış ve Hristiyan asketiklerini ciddi boyutta etkilemiştir. Pavlus, Korintliler’e ilk mektubunda evliliğin zorunlu kalındığında tercih edilmesi gereken bir durum olduğunu belirtmektedir. Zorunluluk dışında ise Pavlus’un bekarlığın evlilikten evlâ olduğunu çok net bir şekilde ifade ettiği görülmektedir. Nitekim ona göre bekar kalmak, inançlı bir kimse için dünyevi işlerden rahat bir şekilde el etek çekilmesini sağlayacaktır. Böylece o, Tanrı’ya adanmış bir hayatın evlilikle değil bekar kalınarak gerçekleştirilebileceğini söylemekte, hatta daha da ileri giderek evli olanların evli değilmiş gibi yaşamalarını tavsiye etmektedir. Ayrıca Pavlus ve bakire Azize Thecla arasında geçen bir ilişkiden bahseden ve “Pavlus ve Thecla’nın İşleri” (Acta Pauli et Theclae) olarak da bilinen metinde bekâret, doğrudan Tanrı ile kutsanmış bir yaşamı işaret etmektedir ve bu metinlerde bekarlık cennet mutluluğu için bir ön koşul olarak görülmektedir. Pavlus’un öğretilerinden, ilk dönem Hristiyanları için bu ifadelerin din adamlarından çok tüm Hristiyanlara hitap ettiği anlaşılmaktadır. Yeni Ahit’te bekarlığa dair yapılan teşvik ve mükafat vaatlerine rağmen ilk dönem kilisesi geliştikçe, piskoposlar da dahil olmak üzere birçok din adamının yine de evlendiği görülmektedir. Ancak bu durum Elvira (324) ve Kartaca (419) konsillerinde ele alınmış ve din adamlarının eşlerinden uzak durması gerektiği şeklinde düzenlenmiştir. 1563 yılında Trent Konsili din adamları ve evlilik arasında net bir çizgi koymuş ve din adamlarının tüm cinsel faaliyetlerini kınamıştır. Bu konsilde alınan kararlarla Roma Katolik Kilisesi'nde keşişlik ve bekârlık arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Ancak Doğu Kiliselerinde durum böyle değildir. 692’de Konstantinopolis'te toplanan Trullo Konsili’nde (Quinisext) alınan kararlara göre papazların ve diyakozların göreve başlama töreninden sonra evlenmeleri yasaklanmış; daha önce evlenenlere ise, ayin öncesi belli bir süre dışında cinsel ilişkiye izin verilen eşleri ile evliliklerini sürdürmelerine izin verilmiştir. Kilise’nin bekarlığa yaklaşımı ve onu yorumlaması bu şekilde olsa da manastırlarda yaşayan keşişlerin bekarlığa atfettikleri anlam bundan daha fazlasıdır. Erken dönem manastır yazarları her ne kadar resmî bir yemin olarak bekarlığı kurallarına almasalar da bekarlık ve iffet manastır yaşamının tartışmaya kapalı konuları olarak görülmektedir. Gerek Doğu’da gerekse Batı’daki erken dönem Hristiyan manastır yazarları bekarlığı fiziksel bir nitelikten ziyade onu iffet kavramı içerisinde eritmişlerdir. Bu nedenle erken dönem manastır yazıları incelendiğinde keşişlerin tam ve mükemmel bir devamlılık şeklinde iffetli bir yaşamı uygulamaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Örneğin Aziz Basil’de iffet, dini bir yemin olarak net bir şekilde bahsedilmese de kuralları ve mektupları içerisinde yer yer ima edilen bir kavram olarak kullanılmaktadır. Batı manastır geleneğine bakıldığında ise Aziz Benedikt iffeti manastırda yaşayan bir keşişin tatbik etmesi gereken iyi işlerden biri olarak görmektedir. Ayrıca Benedikt, keşişin kendi bedeni üzerinde herhangi bir gücü olmadığını da belirterek, sadece iffet açısından değil diğer tüm bedensel istek ve arzular noktasında da net bir sınırlama getirmektedir. Nefsani duyguları köreltmek ve bu istek ve arzulardan uzak durabilmek için özellikle Doğu’da sert oruç gibi bedensel çilecilik uygulamalarının sıklıkla uygulandığı bilinmektedir. Hatta Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Matta 19:12’yi literal anlamda ele alıp kendilerini hadım edenlere de rastlanmaktadır. Bununla birlikte iffetin korunması için manastır nizamnamelerinde çeşitli önlemlerin alındığı da görülmektedir. Örneğin Pakomius manastırlarında erkek manastırlarına kadınların girmesi ya da bunun tam tersi yasaklanmıştır. Cassian, kadınlarla uygunsuz yakınlaşmaları ciddi suçlar arasına almış, Benedikt de bu ilkeyi aynı şekilde benimsemiştir. Nitekim manastırlarda işlenen ciddi suçlar, bazı durumlarda fiziksel ceza ile sonuçlanabilmektedir

13. yüzyıldan sonra Fransisken ve Dominiken Tarikatları’nın Evanjelik nasihatler arasında kabul ettikleri iffet, bu tarihten itibaren bahsi geçen tarikatlar tarafından resmî bir manastır yemini olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu tarikatlar iffeti, tıpkı erken dönem Hristiyan münzevileri gibi İsa Mesih’i taklit etme aracı olarak görmüşlerdir. Ancak Fransisken ve Dominiken Tarikatları’nın ettikleri iffet yemini erken dönem kilise babalarının ve manastır yazarlarının üzerinde durdukları bekarlık temelli iffet anlayışı gibi sert ve keskin hatlarla ifade edilmemiştir. Nitekim iffet, Aziz Francis’in kurallarının ilk bölümü haricinde diğer yazılarında bahsetmediği bir kavramdır. Bunun yerine Francis, tarikat üyelerinin Tanrı'nın krallığını aramaya, saf bir akıl ve ruha sahip olmaları gerektiğine odaklanmaktadır. Dominiken geleneğinde ise iffet yemini, yoksulluk yemini gibi tarikatın vaaz misyonuyla birlikte düşünülmelidir. Bu sebeple Dominiken Tarikatı’na mensup bir erkek veya kadın, sadece Tanrı'nın sözünü insanlara duyurmak ve İsa Mesih’i taklit etmek amacıyla bekar bir yaşam sürmeyi seçmektedir.

2.3. İtaat

Hristiyanlık bağlamında “Evanjelik itaat” modeli İsa Mesih’tir. Bu durum İsa Mesih’in kendisini tam ve kararlı bir şekilde adadığı “Tanrı'nın Krallığı” söyleminde net bir şekilde görülmektedir. Bu anlamda bir itaati salt bir dinleme olarak da yorumlamak mümkündür. Zira Tanrı'nın sözüne olabildiğince duyarlı olma arzusu ve bu sözü uygulamaya koymaya hazır olma isteği itaatin gerçekleşmesinin bir nevi ön koşuludur. O halde öncelikle itaat, İsa Mesih'i dinlemek şeklinde de anlaşılabilir. Bu anlayışa göre de “Evanjelik itaat” nasihati, genel anlamda Tanrı'nın sözünü dinlemekle başlamaktadır. Böylece Hristiyanlar için model olan İsa Mesih’in sunduğu itaat örneği de tamamen Tanrı’nın hizmetine adanmışlığın bir göstergesi olmaktadır. Aziz Benedikt’in etkisinin net bir şekilde görüldüğü topluluklardan biri olan Dominiken Tarikatı’nda itaat yemini, ortak misyon olan İncil’in mesajını insanlara duyurma konusunda oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Nitekim itaat, kendisini Kilise’ye ve İncil’in mesajını yaymaya adamış kardeşler arasında bir nevi karşılıklı hizmet ilişkisi olarak görülmektedir. Buna göre başrahip yerel düzeyde, kasaba/şehir rahibi bölgesel düzeyde ve tarikatın başı ise uluslararası düzeyde en üst makamı temsil etmektedir. Bu misyonun sağlıklı bir şekilde yerine getirilebilmesi için her bir makama koşulsuz itaat zorunludur. Bu konu ile ilgili olarak ünlü Dominiken rahip Thomas Aquinas (ö. 1274) da Summa Theologica adlı eserinde dini yeminlerin başında “itaat” yemininin geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Ona göre itaat, iffet ve yoksulluk gibi bedensel yeminlerinden daha önemlidir, çünkü itaat yemini ile kişi Tanrı’ya doğrudan kendi iradesini sunmaktadır. Aziz Francis ise itaat konusunda İsa Mesih’i takip etmenin yanı sıra Papa’ya ve Kilise’ye itaat edilmesi gerektiği de açıkça vurgulamaktadır. Bununla birlikte Francis tüm kardeşlerin, kendisine ve kendisinin haleflerine de itaat etmesini zorunlu kılmıştır. Francis’e göre bu süreç, manastıra katılan adayın acemilik yılı sona erdiğinde başlamakta ve aday bu tarihten itibaren itaat yemini altında olduğunu bilmekle yükümlüdür. İtaat yemini edildikten itibaren keşişin, Papa'nın ve İncil'in emrinden çıkması ya da başka bir tarikata katılmak için ayrılması haram kabul edilmektedir. Aziz Francis bu durumu İncil’den yaptığı şu alıntıyla desteklemektedir: “Sabana elini koyup geriye bakan kimse Tanrı'nın krallığına layık değildir”. Aziz Francis’in Papa’ya ve Kilise’ye itaati bu denli vurgulaması, Batı Kilise tarihinde ilk kez bir dini tarikatın Kilise’deki dini otoriteye mutlak bir şekilde bağlanması olarak kayıtlara geçmiştir. Bu durumda tarikatın lideri ve manastırların başrahipleri, cemaatteki kardeşler için Kilise'nin doğrudan temsilcisi konumuna gelmiştir. Liderlerin şahsında kardeşler, Kilise otoritesini dinlerler ve bu itaat temelinde hepsi Kilise'nin iradesine tabidirler. Bu nedenle, Fransisken Tarikatı’nda İncil'e göre yaşam ve Kilise hiyerarşisine tam teslimiyet, iki önemli ve ayrılmaz unsurdur. 6. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar dini tarikatlar esasen İsa Mesih’e yaklaşmak ve Hristiyan misyonun ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla birtakım pratikler geliştirmişler, itaat uygulaması da bu isteklere büyük ölçüde cevap vermiştir. Örneğin, Batı'daki manastır geleneğinde (yaklaşık 500-1200) itaat yemini, başlangıçta bireysel dindarlığı benlik ve iradeden feragat yoluyla ruhsal mükemmelliğe doğru motive etme rolünü üstlenmiştir. Daha sonra Batı'daki dilenci ve vaiz tarikatlar çağında (yaklaşık 1200-1500) itaat yemini farklı bir işleve sahip olmuştur. Bu dönemde itaat yemini, üstlerin direktifleri ve eylemleri aracılığıyla kural ve tüzüklere itaat ederek ortak yaşamın tüm yönlerini vaaz verme, öğretme vb. uygulamalar ile kurumun dış misyonuna yönlendirmek için gerekli motivasyonu sağlamıştır. Bu dönemden itibaren yavaş yavaş öz irade ve gururun üstesinden gelmekle olan içsel ilişkisi nedeniyle itaat, halka açık bir yemin haline gelmiş ve dindar kimseler tarafından dünyadan el etek çekmenin birincil yolu olarak görülmeye başlanmıştır. 16. yüzyılda, apostolik dinsel yaşam mevcut manastır yaşamının ortasında gelişirken, itaat yemini Kilise ve hiyerarşik otoriteye tam ve sorgusuz sualsiz hizmet amacıyla bireysel teslimiyete vurgu yapan şekillerde ifade edilmiştir. Örneğin Cizvit Tarikatı’nın kurucusu Loyolalı Ignatius (ö. 1556), tarikatın kurulmasında itaati temel yemin olarak almıştır. Nitekim itaat, tarikatın ana hedefi olan misyonerliğe ilişkin Ignatius’un görüşünü gerçekleştirme adına gerekli birliği sağlamıştır. Apostolik dini yaşam geliştikçe (yaklaşık 1600-1900), dini ortak yaşam ve yeminler, Kilise’nin ihtiyaçlarına cevap verme adına birçok yeni biçim almaya devam etmiştir. Bununla ilgili olarak manastır tarikatlarının yanı sıra Evanjelik itaat yemininin II. Vatikan Konsili’nde93 ve 1983 tarihli “Kilise Hukuku”nda da önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlara paralel olarak Kilise hukukuna göre itaat yemini, iman ve sevgi ruhuyla ölüme bile itaatkâr olan İsa Mesih’in yolunu takip eden kişilerin, Tanrı’nın temsilcisi olan ve meşru yasalara göre emreden üstlere itaat etmelerini gerekli kılmaktadır.

Sonuç 

Aziz Bendikt ile resmi olarak manastır yeminleri statüsü kazanan manastır erdemleri, Hristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren yemin şeklinde olmasa da münzevi yaşamı benimseyenler tarafından farklı anlamlar yüklenerek kutsallaştırılmıştır. Bununla ilgili olarak erken dönem Hristiyan münzeviler arasında en popüler asketik uygulamanın iffet ve bekarlık olduğu görülmektedir. Bu konuda İsa Mesih’in evlenmemiş olması ve bakire Meryem’den doğmuş olması bu inancın altında yatan başlıca motivasyon kaynaklarıdır. Bununla birlikte bekarlık ve iffet, cennetteki gerçek ve ebedi yaşam olan meleksel yaşamın yeryüzündeki bir beklentisi olarak da yorumlanabilir. Bununla birlikte cinsel dürtülerin kontrol altına alınması ve köreltilmesi aynı zamanda diğer asketik uygulamaların da kilidini açacak anahtar olarak görülmüştür. Zira kişinin nefsani arzularını zorlayan ve tabiatına en ters düşen uygulama iffet ve bekarlıktır. Bu da belirli bir otoritenin altına girmeden yapılması zor bir uygulama olduğundan yemin sayesinde bu duygular bastırılmaya ve törpülenmeye çalışılmıştır. 6. yüzyıla kadar kaleme alınmış manastır nizamnamelerinde, özellikle Pakomius ve Basil’de, resmî bir manastır yemini uygulamasına rastlanmasa da bu yazılarda iffetli olmaya dair önemli vurguların yapıldığı görülmektedir. Ancak ilginç bir şekilde 6. yüzyıla gelindiğinde ve 13. yüzyıla kadar özellikle Avrupa’nın hemen hemen her yerinde tek geçerli manastır nizamnamesi olarak kullanılacak olan ve resmî olarak manastır yeminlerinden ilk kez bahsedilen Benedikt Kuralı’nda iffet özel bir yemin olarak zikredilmemiş, kural içerisinde kısaca değinilip geçilmiştir. Bu noktada Benedikt’in iffet için yemin etmeyi gerekli görmediği, bunu manastır yaşamına katılacak bir kişinin zaten tatbik etmek zorunda olduğu bir davranış olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu yeminin 12. yüzyıldan sonra Fransisken ve Dominiken tarikatları tarafından tekrar gündeme getirilip yemin şeklinde kullanılması Benedikten yeminleri içerisinde yer alan ölene dek manastırda yaşama anlamına gelen “istikrar” yeminin bu tarikatlar tarafından uygulanmaması ile ilişkilendirilebilir. Nitekim bahsi geçen tarikatların hedeflerini gerçekleştirme doğrultusunda manastır duvarları dışında da faaliyet göstermeleri iffet yemini etmelerini gerektirmiş olsa gerektir. Evanjelik nasihatler içerisinde yer alan yoksulluk yemini Benedikt Kuralı’ında yemin olarak görülmese de “keşişin hiçbir şekilde özel mülkiyete sahip olamayacağı” ibaresi yoksulluk yemininin başka bir şekilde yerine getirildiğini göstermektedir. Bunun sebebi Benedikten manastırlarının, manastır duvarları içerisinde kendisine yetebilen bir ekonomiye sahip olması ve dışa bağımlılığın neredeyse hiç olmamasıdır. Bu durum 10 ve 11. yüzyıllarda feodalizm ve krallığın kıskacında sıkışan manastır sistemi ile tehlikeye atılmış ve manastırlar dışa bağımlı bir hale gelmiştir. Bu sebeple dönemin ekonomik durumu da göz önüne alındığında dilenci ve vaiz tarikatların özel mülkiyete mutlak surette karşı koyabilmek ve tarikatın temel hedeflerini yerine getirebilmek için fakirliği yeminleştirdikleri anlaşılmaktadır. Benedikt’in kurduğu manastır sisteminin kıvrak bir zekanın ürünü olduğu çok net görülmektedir. Benedikten yeminlerine bu açıdan bakıldığında yeminlerin birbirinden bağımsız olmadığı ve birbirini dolaylı yoldan etkilediği ve desteklediği anlaşılmaktadır. Bu yeminler arasında en temel olanı istikrar yeminidir. Henüz manastıra katılan bir keşiş için ölene dek manastırda kalacağına dair yemin etmesi, aslına bakılırsa her türlü uygulamayı peşinen kabul ettiği anlamına gelmektedir. Bu bilinçle manastır yaşamına adım atan bir keşiş zorlanmadan itaat ve conversatio morum yeminini de etmekte ve uygulamaktadır. Benedikt’in istikrar yemini ile keşişin önceki hayatıyla arasındaki bağı tamamen kopardığı da anlaşılmaktadır. Bunun için Benedikt, Yeni Ahit’ten iman noktasında pes etmemek, sebat etmek, sonunda dek dayanmak gibi vurguları kullanarak keşişlerini motive etmiştir. Sonraki adım olan manastır kurallarına riayet etme ve üstlere itaati vurgulayan “itaat” yemini, bir nevi İslam tasavvufundaki “gassalin elindeki meyyit” gibi olmaya benzetilebilir. Nitekim Benedikt, üstlere itaati İsa Mesih’e itaatle eş tutmuştur. Bu durumun ileri vadede olumlu sonuçlar doğurduğu Benedikten manastır tarihine bakıldığında net bir şekilde görülmektedir. Zira Benedikten manastırlarının yüzyıllar boyu varlığını sürdürmesinde istikrar ve itaat yeminleri çok önemli bir yer tutmuştur. Benedikt’in formülleştirdiği conversatio morum yemini ise her ne kadar manastır yaşamına sadakat olarak tanımlanmasına da ifadenin içerdiği anlam düşünüldüğünde bekarlık, iffet, yoksulluk, istikrar, ibadet, çalışma gibi Benedikten manastır yaşamının olmazsa olmaz unsurlarını da kapsadığı görülmektedir. Bu sebeple bu yemin bir nevi diğer yeminlerin de çatısını oluşturmaktadır. Evanjelik nasihatlerden olan itaat yemininin, Benedikt’in itaat yemini ile ortak noktalar barındırsa da kapsamı bakımından birtakım farklılıklar arz ettiği görülmüştür. Örneğin Aziz Francis’in özellikle Papalık ve Kilise otoritesine itaat vurgusu aynı zamanda Papalığın dini tarikatlar üzerindeki etkinliğini göstermesi açısından önemlidir. Benzer bir durum erken dönem manastır yazarlarında görülmemektedir. Bu sebeple yukarıda hem Benedikten yeminleri içerisinde hem de Evanjelik nasihatler başlıkları altında itaat yemini ayrı ayrı ele alınmıştır. Zira Benedikt’in ifade ettiği itaat yemini Papalık ya da Krallık gibi kurumlara koşulsuz itaati gerektirmemektedir. Aziz Francis ise manastır kurallarında açık bir şekilde Papalık ve Kilise’ye koşulsuz itaati şart koşmakta, tarikatın lideri ve manastırın başrahibi de Kilise’nin temsilcisi konumunda olduğundan ona da itaati zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, İncil'e ve Kilise hiyerarşisine tam olarak teslim olunan yaşam, iki önemli ve ayrılmaz unsurdur. Özetle, itaat yemininin gerek manastır geleneğinde gerekse Kilise hukukunda dindar bir insanın dini motivasyonla kendi iradesini başka bir kişinin iradesine tabi kılması anlamına geldiği sonucu çıkmaktadır. Bu tür bir irade teslimiyeti ile keşiş ya da dindar kişi, üstünün kendisine teklif ettiği her şeyi yapabilir ve kendi iradesini arka planda bırakabilir. Nitekim itaat yemini etmek sonuç itibarı ile kişinin kendi özgür iradesinin bir sonucudur. Bu yemini eden kişinin motivasyonu ise dolaylı olarak da olsa Tanrı'nın iradesiyle daha kalıcı ve güvenli bir şekilde birleşip kendi kurtuluşunu garanti altına almak arzusudur. Evanjelik nasihatlerden bir diğeri olan yoksulluk yemininin asketik yaşamdaki değerine bakılacak olursa, keşişin ihtiyaç fazlası mallarının manastır standartlarında lüks yaşam olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple manastırların gelirlerinin (dilenme, bağış vs.) cemaat arasında eşit olarak paylaşıldığı komünal bir yaşam şeklinin benimsendiği görülmektedir. Bu durumda herhangi bir sahiplik duygusunun da önüne geçilmiş olmaktadır. Nitekim manastırlarda özel mülkiyetin olası varlığı ibadeti olumsuz yönde etkileyeceğinden, gereksiz lüksleri ortadan kaldırmanın Tanrı'ya odaklanmayı kolaylaştıracağı düşünülmüştür. Bu yüzden, yoksulluk yeminin arka planında manastırda manevi bir hayat sürmeyi hedefleyen keşişin bunu dünyanın şehvetinden kaçarak ve kalbini manevi olmayan şeyden ayrı tutarak yapabileceği fikri yatmaktadır. Sonuç olarak herhangi bir keşişin kıyafet, kitap ve hatta para kullanmasına belirli ölçüde izin verilmiş olsa da bu tür şeylerde nihai mülk sahibi olmasına asla izin verilmediği görülmektedir. “Quicquid monachus acquirit monasterio acquirit” özdeyişinde de olduğu gibi keşiş ne kazanırsa manastır için kazanır. 

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0