Makâsidü'ş-Şerîa ve Fıkıh Metodolojisinin Birbiriyle İlişkisi

Doç. Dr. M. Latif ALTUN 2024-10-10

Makâsidü'ş-Şerîa ve Fıkıh Metodolojisinin Birbiriyle İlişkisi

Öz

Mütekellim, maksadını sözcükler vasıtasıyla dışa yansıtmaktadır. Ancak sözcükler mütekellimin maksadını her zaman net bir şekilde muhataba bildirmeyebilir. Bu durumda mütekellimin maksadının ne olduğunu kavramak amacıyla başka karinelere başvurulur. İçinde bulunulan ortam, zaman, kelamın siyak ve sibakı bu karinelerin en önemlilerini oluşturmaktadır. Buna göre mütekellimin amacının anlaşılmasında sadece sözcükler yetmez aynı zamanda söz konusu bu karinelerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu düşünceden hareketle Şâriʻin maksadının/muradının ve ahkâmın tayin edilmesinin, sadece Şâriʻin sarf ettiği ifadelerle mümkün bir durum olmadığı söylenebilir. O’nun kelamıyla birlikte sebeb-i nüzül ve sebeb-i vurûd gibi faktörlerinde göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu nedenle usulcüler, Şâri’in kelamıyla birlikte maksadının da göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtirler. Bu gereklilikten makâsıdü’ş-şerîʻa ile fıkıh usûlünün birbiriyle olan ilişkisi önem arz etmektedir. Çalışmada özellikle son dönem bilginlerinden olan Tahir b. Âşûr’un makâsıdü ’ş-şerîʻa fıkhının fıkıh usûlünden ayrı bir bilim dalı olarak düşünülmesi ve geliştirilmesi gerektiği iddiasının doğru olup olmadığı ele alınmıştır. Bu kapsamda makâsıdü’ş-şerîʻa ve fıkıh usûlünün tanımlarına yer verilmiştir. Ayrıca hem makâsidü’ş-şerîʻa hem de fıkıh usûlü ilimleriyle ilişkisi olan ictihad, mesâlih, hikmet ve illet gibi kavramlara da yer verilmiştir.

Giriş

Şâriʻin maksadı ve hedefi, insan fıtratına uygun olan hükümler tayin etmektir. Zira hükümlerin tayin edilmesi, dinin, malın, canın ve ırzın korunmasını hedeflemektedir. İnsan fıtratı da bunların dokunulmaz olmasını gerekli görmektedir. Bu husus Mümtehine suresinin 12. âyetinde açıkça zikr edilmiş WLU İbn Âşûr’un da işaret ettiği gibi Allah Teâlâ’nın kastettiği her şeyin temelinde fıtrat düşüncesi yer almaktadır. Nitekim“O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur.” mealindeki âyet buna işaret etmektedir. Âyetten anlaşıldığı üzere makâsıdü’ş-şâriʻ/makâsıdü’ş-şerîʻainsanın fıtratıyla ters düşmez. Buna göre şerʻî hükümlerin tamamı, Şâriʻin maksatları doğrultusunda fıtratla uyumludur. İslam hukukuna“tabiî ilâhî hukuk” denilmesi de bundan dolayıdır. İslam hukukunda yer alan hiçbir hüküm rastgele ve maksatsız değildir. Şâriʻ, hükümleri tayin ederken bir maksat gözetmiştir. Nitekim Şâriʻ, abdest ve teyemmüm ibadetlerinin farz olan hükmünü tayin ederken maksadını şöyle ifade etmiştir: “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat O sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”Oruç ibadetinin farz kılınmasındaki kastını “Oruç, Vizden öncekilerin üzerine yazıldığı/farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de sayılı günler yazıldı/farz kılındı.” mealindeki âyetle dile getirmiştir. Hac ibadetinin farz oluşu hakkında kim aksat “İnsanlara hac ibadetini duyur ki kendi yararlarını açık seçik görsünler ve Allah’ın onlara rızık olarak verdiği, belirli günlerde kesecekleri kurbanlık hayvanlar üzerine onun adını ansınlar.” ve zekâtın farz olmasındaki maksat “Onların malından sadaka (zekât) al ki arınsın ve temizlensinler.” mealindeki âyetlerle ifade edilmiştir. Esasen sadece hükümler değil, Şâriʻin yarattığı hiçbir şeyin amaçsız olmadığı yine naslardan anlaşılmaktadır. Şâriʻin insanları maksatsız ve hedefsiz yaratmadığı “Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”, peygamberlerin gönderilmesindeki kasıt, “Ant olsun biz peygamberlerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve beraberlerinde kitap ve mîzanı da indirdik ki insanlar hakkaniyete uygun davransınlar.” mealindeki âyetlerden anlaşılmaktadır. Şâriʻ, kendisinin maksatlarının iki şekilde araştırılmasını istemektedir. Bunlardan biri kâinat hakkında düşünerek Allah’ın hedeflediği maksada varmayı talep etmektedir. Bu talep, “Onlar göklerin ve yerin yaradılışını düşünürler.“Kur’ân’ı inceleyip düşünmüyorlar mı?” ve “Göklerin ve yerin egemenliği üzerinde, Allah’ın yarattığı her bir nesne üzerinde ve kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda hiç kafa yormadılar mı?” mealindeki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim bu âyetlerde insanlar, hikmet ve maksatları kavrasın ve bunlardan ibret alsınlar diye Allah’ın maksatlarını düşünmeye davet edilmektedir. İkincisi de Allah, belirlediği hükümlerin gerekçelerini zikretmiş ve bunun hikmetlerini açıklamıştır. Bununla beraber O, insanların da bunları anlamalarını istemiştir. Zira Allah Teâlâ insanları faydalarına olan şeylerle sorumlu tutmuş, zararlarına olan şeylerden de sakındırmıştır. O halde insanlar, kendilerine faydalı olan şeyleri yapmaları, zararlı olan şeyden sakınmaları gerekmektedir. Kaldı ki bu ilke Allah’ın maksadıdır. Bu maksada göre hareket etmek Onu hoşnut edecektir. Nitekim Şah Veliyullah ed-Dihlevî (v. 1176/1762) Şâriʻin maksadının şu yöntemle anlaşılabileceğini ifade etmiştir: “O’nu sevdiren herşey mubah, Onun kızgınlığını celp eden her fiil ise haramdır. O’nun maksadı(makâsıdü’ş-şâriʻ) kullandığı sözcük ve kalıplarda yer almıştır.” Allah Teâlâ Kur’ân’da, Hz. Peygamber ise sünnette birçok hükme yer vermiş ve bunların hikmet ve maksadlarını da zikretmişlerdir. Allah ve Resul’übu maksat ve hikmetlere ya açık bir şekilde ya da imalı bir üslupla yer vermişlerdir. Bununla beraber naslarda ne hükmü ne de hikmet ve maksadı bilinmeyen birçok hukukî mesele de bulunmaktadır. Bu meselelerin hükmü, fıkıh usûlü ilkeleri ve makâsıdü’ş-şâriʻ fıkhı kapsamında tayin edilmelidir. Zira Şâriʻin maksadı gözetilmeden ve muradı bilinmeden tayin edilen hükümler isabetsiz olur. Nitekim İzzeddin b. Abdüsselam(v. 660/1262) bir şeyin helal ya da haram oluşu makâsıdü’ş-şâriʻ fıkhına göre değiştiğini, talep edilen şeyleri yapanların mükâfatlandırılacağını yapmayanların ise cezalandırılacağını ifade etmektedir. Onun bu ifadesinden hükümlerin Allah’ın maksadına göre tespit edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Fakat hükümlerin tayin edilmesinde makâsıdü’ş-şâriʻ fıkhının yanında fıkıh usûlü ilke ve kurallarının da işlevsel halde rol alması gerekmektedir. Karâfî, makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının şeri hükümlerin özü ve ruhu olduğunu savunmaktadır. Ona göre makâsidü’ş-şerîʻa fıkhı, içtihat yoluyla daha sonra tespit edilecek hükümlerin sağlaması niteliğindedir. Makâsidü’ş-şerîʻafıkhını bilmek, hakkında naslarda açık hüküm bulunma oraya konulacak hükümlerin makâsıdü’ş-şâriʻ ile örtüşüp örüşmediğinin binmesi noktasında önem taşımaktadır. Nitekim maâsıdu’ş-şerîʻa fıhının üç faydasından söz edilmektedir. Bunlardan birincisi nasların doruğa aşılıp yorumlanması, ikincisi güncel fıkhî problemlerin çözümünde yeni bir yöntem olarak kullanılması ve üçüncüsü de mükellefe psikolojik detek almasıdır. Zira hükümlerin maksatlarını bilmek kalbe sükûnet ve raatlık vermektedir. Hz. Peygamber döneminde sahâbenin çözüme kavuşturdukları mesele olaylar, Kur’ân ve hadislerden anlaşılan makâsıdü’ş-şâriʻ esasına göre temellendirilmiştir. Bunun en çok bilinen örneği Hz. Peygamber’in bi grp sâbiyi Benî Kuraza’ya gönderdiğinde onlara ikindi namazını Benî Kurayza’da kılmalarını emretmesindeki kastının irdelenmesidir. Sahâbeden bi kısmı Hz. Peygamber’in ikindi namazının Benî Kurayza’da kılınmasını, diğer b kısmı ise ikindi namazının yolda kılınsa bile bir an önce Benî Kurayza’ya yişmeleri gerektiğini kast ettiğini ileri sürmüşlerdir. Daha sonra saâbe, olayı Hz. Peygamber’e anlattıklarında o da her iki görüşün dedoğru oluğunu tasdik etmiştir. Bu rivayetten de anlaşıldığı gibi sahâbe, hükmün tespit tayininde Şâriʻin maksadını sorgulamıştır. Ayrıca bu hadisten anaşıldığı gi makâsıd esasına dayalı fetvaların verilmesini sahabe dönemine kaar iriye götürmek mümkündür. Sahâbe döneminde olduğu gibi sonraki dönemlerde de Şâriʻinmaksadıhükmün ortaya çıkarılmasında etkili olmuştur. Fakat makâsidu’ş-şerîʻa, hikmetler, illetler, münasebetler ve mânalar düşüncesi kapsamında işlenmiş, böylece makâsıdü’ş-şerîʻa teorisi, fıkıh usûlünün önemli delillerindenolaQ ıyas, istihsan, maslahat ve seddi zerâiʻ gibi deliller bağlamında ele alınmıştır. Hicri 5. asrın (m. 11. asır) sonlarından itibaren Cüveynî (v. 478/1085) le irlikte makâsıdın anlamı, kategorileri ve teorisi belirlenmiştir. ira afzî ve tibari yöntemlerin, gelişen medeniyetin karmaşık yönlerine yetmediği ortaya çıkınca, metinlerde telaffuz edilmeyen mânaları kapsayan e kıyasın ınırlandırmasını telafi eden mesâlihü’l-mürsele delili geliştirilmiş buna aralel alarak makâsıdü’ş-şerîʻa teorisinin ortaya çıkması sağlanmıştır. Bu ağlamda Cüveynî el-Bürhân fî usûli’l-fıkh fî usûli’l-fıkh makıdü’ş-şerîʻa ile ilgili bilgiler vermiştir. Böylece o, makâsıdü’ş-şerîʻa teoisi ile ilgili bilgiyi sistematik olarak ele alan ilk usulcü kabul edilmektedir. Cüvnî’den sonra Gazzâlî (v. 505/1111), makâsıdü’ş-şerîʻayı daha sistmli birekilde ele almış, özellikle zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât kategorilerine ayıran ilk usûl bilgini olmuştur. Gazzâlî’den sonra İzzeddin b. Abdüsselam’ın maslahat ve makâsıd ile ilgi kaleme aldığı Kavâidü’l-ahkâm fî mesâlihi’l-enam LVLPL HVHUL Daha sra onun öğrencisi Şihabüddin el-Karâfî, el-Furûk isimli eserinde, maslahat ve makâsıdü’ş-şerîʻaya ilişkin önemli bilgiler vermiştir. İbn Teymiye (v. 721328), hicrî 8. yüz yılda (m. 14. y.y.) makâsıdü’ş-şerîʻa teorisiyle ilgili önemlialumatlara yer vermiş, daha sonra bu ilmin zirve ismi sayılan Şâtıbî (v. 791388) konunun teferruatına inmiştir. Bunlardan sonra İslam dünyasının doğusunda Hüccetüllahi’l-bâliğa isimli eseriyle Şah Veliyyullah ed-Dihlvî (v. 11/1762), maslahat ve makâsıdü’ş-şerîʻa literatürünün önemli imalarındandır. 20. yüzyılda ise Muhammed Tahir b. Âşûr (v. 1393/1973), makâsıd ile illi müstakil eser yazan ilk bilgin olmuştur. Onun makâsıdü’ş-şerîʻanın belirg bir şekilde ortaya çıkmasında ve gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Fakat onun dışında makâsidü’ş-şerîʻa teorisinin müstakil bir bilim alı olası gerektiğini dile getiren olmamıştır. Hükümlerin illetlerini en fazla ele alıp onlara ehemmiyet gösterenler, Hanefî usulcüler olsa da makâsıdü’ş-şerîʻaya beklenen ilgiyi göstermemişlerdir. Konuyu detaylarıyla ele alan, tasnif ve tahliliyle ilgilenenler daha çok mütekellimûn usulcüler olmuştur. Şâriʻin maksatlarının ele alındığı gerek Türkçe gerekse Arapça bir çok çalışma yapılmıştır. Fakat bu çalışmalarda fıkıh usûlü ile makâsıdü’ş-şerîʻa arasındaki ilişkiye değinilmemiş, makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhınınbaşlı başınabirilim mi yoksa usûl ilminin içinde yer alan bir disiplin mi olduğuhususudetaylı bir şekilde ele alınmamıştır. Çalışmamızda öncelikle makâsidü’ş-şerîʻave fıkıh usûlü tamlamalarının anlamı ana hatlarıyla zikredilmiş, daha sonra makâsıdü’ş-şerîʻa ile fıkıh usûlü ilminin birbiriyle olan ilişkilerine yer verilmiştir. Ayrıca çalışmada makâsıd kavramıyla yakın ilişkisi olan ve konunun bir bütünlük içinde arz edilmesi adına maslahat, içtihad ve hikmet gibi kavramlar da ele alınmıştır.

1. Makâsıdü’ş-Şerîʻa Fıkhınıúfade Eden Kavramlar

Fıkıh usûlü literatüründe Şerʻî makâsıd, maksıdü’ş-şâriʻ, makâsıdü’ş-şerʻiyye, makâsıdü’t-teşrîʻ ve ehdâfü’ş-şerîʻa gibi tamlamalarla yer almıştır. Makâsıdü’ş-şerîʻa, klasik fıkıh usûlü literatüründe genellikle hükümlerin taʻlili ve içtihat bağlamında zikredilmiş, fıkıh usulü ilminin bir alt disiplini olarak ele alınmıştır. Makâsıd kelimesi, ismi mekân olan maksıd kelimesinin çoğulu olup sözlükte hedeflenen yerler anlamındadır. Klasik dönem usulcüleri, makâsıdü’ş-şerîʻanın önemine vurgu yapmış ve Şâriʻin maksatlarının ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmış olsalarda tanımını yapmamışlardır. Makâsıdü’ş-şerîʻa kavramının tanımına ilk olarak İbn Âşûr’un el-Makâsıdü’ş-şerʻîyye isimli kitabında rastlanmaktadır. Fakat oda makâsıdü’ş-şerîʻa kavramını tanımlamadan önce makâsıd kavramını genel ve özel olmak üzere iki kısma ayırmış ve bunların her birini ayrı ayrı tanımlamıştır. Ona göre genel makâsıd, Şâriʻin şerʻî hükümlerin bütününde veya büyük çoğunluğunda göz önünde bulundurduğu mâna ve hikmetlerdir. Özel makâsıd ise insanların özel hukuki tasarruflarında maslahatlarını gözetmektir. Şerîʻa kelimesi sözlükte suyun çıktığı yer, kaynak anlamına gelmektedir. Istılahta ise Allah’ın kullarına din olarak belirlediği kural ve hükümler mânasındadır. İbn Âşûr’dan sonra makâsıdü’ş-şerîʻanın birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımların tamamını İslam’ın getirdiği hükümlerin gayeleri şeklinde özetlemek mümkündür. Buna göre genel anlamda makâsıdü’ş-şerîʻa, şerʻî hükümlerin tamamında veya büyük çoğunluğunda göz önüne alınan maslahat, mâna ve hikmetlerdir. Şâriʻin maksatları ise farklı açılardan kısımlara ayrılmıştır. Bu maksatlar,kesin olup olmaması açısından katʻî, zannî ve vehmî; kapsam açısındanda genel, özel ve cüzî olmak üzere her biri üç kategoriye ayrılmıştır. Makâsıdü’ş-şerîʻa için hikmetü’t-teşrî tamlaması da kullanılmaktadır. Hikmet kavramı bir şeyi ıslah etmek maksadıyla alıkoymak anlamında olan hüküm kavramından alınmıştır. Hayvanı sağa sola gitmekten alıkoyduğundan dolayı ağzına takılan geme hikmet denilmesi bu anlamdadır. Daha sonra hikmet, maslahat, yarar, illet ve hakka vâkıf olma anlamlarında kullanılmıştır. Fıkıh metodolojisinde hikmet kavramının en çok kullanıldığı konuların başında kıyas gelmektedir. Aslın hükmünün fer’e verilmesinde en fazla etkili olan faktör illet olsa da illetin yanında hikmetin de göz ardı edilmemesi gerektiği malumdur. Nitekim Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210), Âmidî (ö. 631/1233) ve Beyzâvî (v. 685/1286) gibi usulcüler bu görüştedirler. Şâriʻinkast ettiği hikmetin isabetli bir şekilde anlaşılması hem usûl ilkelerine hemde makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına vakıf olmayı gerektirmektedir. Makâsıdü’ş-şerîʻa kavramının yerine kullanılan tamlamalardan biri defel sefetü’t-teşri tamlamasıdır. İlmî bir disiplin olan felsefe, varlık, bilgi ve değerler alanına ilişkin problemleri akılcı ve eleştirel yöntemlerle inceleyen ve temellendiren sistemli fikrî faaliyetlerin tamamıdır. Teşri kavramı, kanun koyucu tarafından yasa ve kanunların belirlenmesi ve düzenlenmesidir. Terim olarak felsefetü’t-teşri, bütün yasa ve kanunların gayelerini, vazʻ edilenhükümlerin gerekçelerini ve hükümle hedeflenen amaçları ifadeetmektir.Fıkıh usulü meselelerinin felsefî kavramlarla ifade edilmesindenveakli delillere dayandırılmasından dolayı bu ilim dalı için de fıkhın felsefesi ifadesini kullananlar olmuştur. Fıkıh usûlünün ilke ve kurallarıyla hükümler tespit edildiği gibi makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhıyla da hükümler tespit edilebilmektedir. Fakat makâsıdü’ş-şerîʻa bağlamında hükümlerin tespit edilebilmesi, daha öncetespit edilen hükümlerin hedef ve maksatlarının bilinmesine bağlıdır. Zira daha önce belirlenen hükümler, daha sonra tespit edilecek hükümler içinmihenktaşıVayılmaktadır.

2. Makâsıdü’ş-Şerîʻa Fıkhı ve Fıkıh Usûlü

Usûlü’l-fıkıh sözlükte, fıkhın asılları/esasları ve fıkhın delilleri anlamına gelmektedir. Terim olarak ise usûlü’l-fıkıh, şerʻî, amelî hükümleri tafsilî delillerden istinbât etmeye çıkarabilmeye yarayan kurallar anlamındadır. Bu tariften anlaşıldığı gibi Usûlü’l-fıkıh, makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhını da içine alan geniş bir kavramsal çerçeveye sahiptir. Zira makâsidü’ş-şerîʻa bilgisiylede hükümler istinbât edilmektedir. O halde fıkıh usûlü ilkelerini bilen ve makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına vakıf olan bir kimse, tafsilî şerʻî delillerden fıkhî hüküm Sistematik bir tarzda olmasa da vahyin ilk dönemlerinden günümüze dar makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı ile fıkıh usûlü birbiriyle ilişki içinde olmuştur. İbn Âşûr’un dışında başka bir kimse bu iki bilim dlının brbirinden arı ması gerektiğini dile getirmemiştir. İbn Âşûr’a göre nasları isabetli bir şekilde anlamayı sağlayacak katʻî prensipleri belirlemek için, fıkıh usûlünün zı meselelerinin yeniden ele alınarak tenkit ve değerlendirme süzgecinden çirilerek onlara bulaşmış yabancı unsurların ayıklanması ve yerine fıkıh tihat hazinelerinin en değerli madenlerinin konulması, sonra d b imin ni bir kalıba dökülerek buna “İlmu Makâsıdi’ş-Şerîʻa” ismi verilmesi gerekir. O, fıkıh usûlü ilminden fıkhî delillerin terkibi konusunda yararlanılmak hükümler elde etmek) üzere, olduğu gibi kendi haline bırakılması gerektiğini savunmaktadır. Fakat İbn Âşûr’un bu görüşü sonraki diğer usülcüler tarafından kabul görmemiştir. Sahâbe başta olmak üzere mezhep imamları ve fakihler tarafından makâsıd temelli hükümler tespit edilmiş ve bunlara usûl kitaplarında yer verilmiştir. Bu da makâsıdü’ş-şerîʻa ilminin fıkıh usûlü ilminin bir cüz’üve mütemmimi olduğunu göstermektedir. Kaldı ki fıkıh usûlü ilmi sadece lafızla değil aynı zamanda mâna ile de ilgilenmesi gerekmektedir. Aksi halden assın sadece zahirine göre hüküm tayin edilirse Zâhirîler’in düştüğü bir çok hataya düşmek kaçınılmaz olur. Diğer taraftan sadece mânaya dayanarakda hükümler tespit edilemez. Zira Bâtınîler, sadece nassın bâtınına önem vermekte ve bâtınını göz önünde bulundurmaktadırlar. O halde ideal olan, hükümlerin istinbâtında nassın hem zahir hemde bâtınını göz önünde bulundurmaktır. Konuyla alakalı Yusuf el-Karadâvî şu ifadeleri kullanmaktadır: “Makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı, fıkhın babasıdır. Zira makâsıd fıkhıyla Şâriʻin maksadı, nassın zahiri ve lafzı itibara alınıp bunun arakasında bulunan anlam göz önünde bulundurulur. Böylece nassın taşıdığı mâna, hikmet vesırlarelde edilir. Makâsıd fıkhı mutabaka yoluyla olmazsa da tazammun ve iltizam yoluyla diğer fıkıh (sünnetler fıkhı, sonuçlar fıkhı, dengeler fıkhı, öncelikler fıkhı) çeşitlerini de kapsamaktadır.” Onun bu ifadesinden makâsıdü’ş-şerîʻafıkhının sadece fıkıh usûlünde değil, diğer fıkıh dallarının tamamında da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Şer’î hükümlerin kaynakları sayılan başta Kur’ân ve hadis olmak üzere diğer delillerden isabetli hükümlerin istinbât edilebilmesi/çıkarılabilmesi,makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhını göz önünde bulundurmakla mümkündür. ÇünküŞâriʻin maksatlarını bilmemek ve hükümlerin istinbâtında parçacı bir yaklaşım sergilemek, müçtehidi yanlış yorumlamalar yapmaya ve hükümlertayinetmeye sebebiyet verebilir. O halde önce tayin edilen hükümler bağlamında Şâriʻin genel maksadı kavranmalı ve bu istikamette yeni hükümler tespit edilmelidir. Hükümler, sadece makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisiyle değil aynı zamanda fıkıh usulünde yer alan ilkeler bağlamında belirlenmelidir. Aksi halde hükümlerin tespit edilmesinde akıl ön plana çıkacaktır. Akıllar dabirbirinden farklılık gösterdiği için tayin edilen hükümlerin, zamana, mekâna ve örfe göre değişiklik göstermesi kaçınılmaz olur. Böylece aynı meseleye farklı noktasında, usûl ilke ve kurallarının da kullanılması gerekmektedir. Binaenaleyh makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına dayanarak yapılan istinbât faaliyetininde bu usûlün ilke ve kuralları çerçevesinde yapılmalıdır. Buna göre istinbat faaliyetinin yürütülebilmesinde fıkıh usûlünün umûmunun, husûsunun, mutlakının, mukayyedinin, nâsihinin, mensûhunun ve bunlarla bağlantılı olan makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının bilinmesine ihtiyaç vardır. Netice itibarıyla içtihat faaliyetinin isabetli olabilmesi hem fıkıh usûlü hemde makâsıdü’ş-şerîʻafıkhının bilinmesine bağlıdır. Böylece bu bilgilere sahip olan bir kimse, içtihat faaliyetinde bulunabilir. Aksi halde müçtehidin içtihat faaliyetini yürütmesi mümkün değildir. Hz. Peygamber din, örf ve özel durumlar (bir sahâbinin şahitliğinin iki kişi yerinde sayılması) gibi birtakım maksatlara binaen hüküm tayininde bulunmuştur. Hulefâ-yi Râşidin başta olmak üzere sahâbe de Hz. Peygamber’inmaksatlarını yakînen görüp bildiklerinden dolayı, henüz sistematik fıkıh metodolojisi olmadığı halde birçok meselede içtihatta bulunmuş, yeni hükümler belirlemişlerdir. Bu kapsamda Hz. Ebû Bekir, zekât vermeyi reddedenlerle savaşmış, Kur’ân’ın toplanmasına karar vermiş, dedeye mirastan pay versede kardeşe vermemiş ve kendisinden sonra halife olacak kişiyi belirlemeyoluna gitmiştir. Hz. Ömer, haraç vergisini uygulamış ve kıtlık senesinde hırsızlık haddini uygulatmamıştır. Hz. Osman, beytülmâle ait olandeveleri satıpparaya çevirmiş, Abdurrahman b. Avf’ın Tedâmu el-Esediyye isimli hanımınıölüm hastalığında boşadığından dolayı mirastan mahrum etmemiştir.Hz.Ali, sanatkarları yanlarında kaybolan eşya ile ilgili tazminat cezasına çarptırmış, hâricî olan fırka ile savaşmıştır. Hülefâ-yi Râşidîn dışındaHz. Aişe,Ümmü Seleme, İbn Abbâs, İbn Mesud, Muaz b. Cebel ve EbûMusael-Eşarîgibi sahâbeden bazıları da ne Kur’ân’da ne de sünnette yer almayan yeni meselelere yeni hükümler tayin etmişlerdir. Bunların yeni meselelere yeni hükümler belirlemeleri, vahye şahit olmalarıyla ve makâsıdü’ş-şerîʻafıkhını kavramalarıyla izah edilebilir. Makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhını en fazla Medine halkı kullanmıştır. Üstelik Fukahâ-yi Sebaʻnın Medine’den çıkmasının en büyük sebebi makâsıdü’ş-şerîʻafıkhını kullanma alışkanlığına sahip olmalarıdır. Zira bunlar Medine’de yaşadıklarından dolayı Hz. Peygamber’in meselelere hüküm tayin etmedeki gaye ve maksadını daha iyi kavrıyor ve biliyorlardı. Esasen İmam Malik 179/795) dahi makâsıdü’ş-şerîʻa ve maslahat fıkhına çok önem vermiştir.Üstelik İbnü’l-Arabî (v. 543/1148), el-Kabesfî Şerhi Muvattâi Mâlik b. EnesLVLPli kitabında makâsıd ve maslahat fıkhını usûlde kullanan sadece İmam âlik olduğunu ifade etmiştir. Aynı kitabının başka bir yerinde bu aşkınlığını izleyemeyen İbnü’l-Arabî, “İmam Mâlik makâsıd fıkhının erinliklerine e adar da dalıyor. O, maslahat fıkhına ne kadar da vâkıftır.” ifadesini kullanmıştır. Yine İbnü’l-Arabî Kur’ân’ı doğru anlamanın kurallarını maddeler alinde sayarken, onuncu maddede makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının e esâlih ilkesinin Kur’ân’ın her yerine yayılması gerektiğine dikkat çekmiştir. Ahkâmın istinbâtı ile ilgilenen fıkıh usûlü ve bu hükümlerin erekçesini onu edinen maksidü’ş-şerîʻa fıkhının aynı zaman diliminde ortaya ıkmaları u iki bilim dalının birbirinden ayrılamayacağını ve birbiriyle sıkı ilişki içinde olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Zira hükümler Şâriʻ tarafından ahyedildikten hemen sonra bunların maksatları ya açıkça dile getirilmiş a a şaret ve ima yoluyla bildirilmiştir. Böylece şerʻî hükümler, makâsıdü’ş-şerîʻa sasına göre tayin edilmiştir. Hükmün tayin edilmesindeki Şâriʻin aksadı se nasstan anlaşılmaktadır. Şâtıbî’nin “Şâriʻin maksadı onun assından nlaşılmaktadır. Üstelik onun kastını onun nassından anlamak aha vladır.” eklindeki ifadesi buna işaret etmektedir. Özellikle maslahat, istihsan, seddi erâiʻ ve örf delillerine dayanarak tayin edilen hükümlerin emelinde âriʻin aksadı yer almaktadır. Nitekim şerʻî hükümler, Şâriʻin maksadı kapsamında ve insanların maslahatı düşünülerek tespit edilmektedir. Nasta yer alan hükümlerden kastedilen hedef, yine nasta ulunan īĨ äأ“,” ģäŶ”, “ïĺóĺ” ve “ĹĠ” gibi kelimeler vasıtasıyla rahatlıkla nlaşılabilir. Bu kelimeler aynı zamanda fıkıh usûlünde illet ve hikmeti belirleme işlevini ürütmektedir. Mesela Allah Teâlâ “Allah yükünüzü hafifletmek ister.” elindeki âyette “ïĺóĺ” kelimesiyle insanların zayıf yaratıldığından dolayı kaldıramayacağı yüklerle mükellef kılınmadığı yönündeki illeti/gerekçeyi ifade edilmiştir. Bu illet, aynı zamanda Şâriʻin maksadını ortaya koymaktadır. Öte ondan umumun bir illetten dolayı tahsis edilmesi bir usûl kaidesi olarak bilinmektedir. Umûmun tahsis edilmesi aynı zamanda Şâriʻin kastettiği bir rumdur. Mesela ehl-i beyte zekâtın verilemeyeceği genel bir hükümdür. kat sonraki dönemlerde onlara fey’den pay verilmediğinden dolayı mağduriyetlerinin giderilmesi maksadıyla fakir olanlarına zekât verilebileceği hükme bağlanmıştır. Bu hüküm aynı zamanda mağduriyetin ortadan kaldırılması ilkesini esas almıştır. Bu ilke hükümlerin tayin edilmesinde illet olarak kullanıldığı gibi aynı zamanda Şâriʻin maksadı sayılmaktadır. Öte yandan yolculuk esnasında ramazan orucunun tutulmaması, abdestin yerine teyemmümün meşru sayılması ve arâyâ alışverişinin geçerli kabul edilmesi gibi meselelerin hükmü de meşakkatin kaldırılması gibi maksatlara dayanmaktadır. Yine fâize kapı araladığı endişesiyle ʻîne alışverişini geçersiz sayan usulcülerin büyük çoğunluğu, bu hükmü sedd-i zerâiʻ maksadına dayandırmışlardır. Mâlikî fakihlerin hafızlığını unutmasın diye özel durumda olan kadınların Kur’ân okumasına izin vermesi, yine maksidü’ş-şârî kapsamında belirlenen bir hükümdür. Bu hüküm, aynı zamanda illet sayılmaktadır. Diğer taraftan bu hükmün temelinde meşakkatin kaldırılıp kolaylığın sağlanması ilkesi de yer almaktadır. Aksi halde söz konusu bu hüküm ne nassne icmâʻne de başka bir delilde yer almamaktadır. Görüldüğü gibi bu meselelerin tamamında hükümler aynı anda hem usûl ilkelerine hemde makâsıdu’ş-şerîʻa fıkhına göre tayin edilmiştir. Makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı ile fıkıh usûlü ilminin birbirinden ayrılması gerektiği düşüncesinden, maksidü’ş-şerîʻa fıkhının geniş ve derin anlamda araştırılması ve ilkeler belirlenmesi kast ediliyorsa bunun yapılması zaruridir. Fakat bu düşünceden her iki bilim dalının birbirinden tamamen ayrı ve birbiriyle alakasız oldukları kastediliyorsa bu kabul edilemez. Zira meydana gelen yeni m eserlelere hüküm tespit ederken makâsıdü’ş-şerîʻafıkhı ile fıkıh usûlü ilminin birbirinden bağımsız ve kendi bağlamından koparılarak işlev görmesi isabetsiz hükümlerin ortaya konulmasına sebep olacaktır. Kaldı kiahkâmın ortaya konulmasında maksidü’ş-şerîʻa fıkhının yanında maslahat, ihtiyaç, zaruret, sedd-i zerâiʻ gibi deliller de birbirini tenkis etmeyecek/çelişmeyecek şekilde ve aynı anda kullanılmalıdır. O halde kolaylık ilkesi kapsamında sadece “Meşakkat teysiri celbeder.” kuralını esas alarak diğer ilke ve kurallardan bağımsız olarak hükümlerin tespit edilmesi, isabetsiz hükümlerin ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Son dönem fıkıh usûlü literatürü geleneğinde makâsıdü’ş-şerîʻaile ilgili konular ayrı başlıklar altında ele alınsa da kadim fıkıh usûlü geleneğinde makâsıd ile ilgili konulara usûl konuları arasında serpiştirilerek yer verilmiştir. Bu yöntemler, makâsıdü’ş-şerîʻa ilminin usûl ilminden ayrı düşünülemeyeceğine ilişkin bir kanıt teşkil etmektedir. Gazzâlî, İbn Abdüsselam, Şâtıbîve İbn Âşûr gibi bilginlerin makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhıyla ilgili müstakil eserler yazması ve konuyu müstakil başlıklar altında ele alması, bu ilmin fıkıh usûlü ilminden farklı bir ilim olduğunu gerektirmemektedir. Öyle olsaydı fıkıh usûlünün ayrılmaz bir parçası olduğu noktasında ihtilaf bulunmayan kıyas,icmâʻ ve zarûrât-ı hamse gibi deliller ve konular da usûl ilminden ayrı birer ilim sayılmaları gerekecekti. Zira bu konular hakkında da müstakil eserler telif edilmiştir. Oysa bu delil ve konuların usûl ilminin birer delili ve konuları olduğu noktasında ihtilaf bulunmamaktadır. Makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı ile fıkıh usûlü ilminin birbiriyle ilişkisinin daha iyi anlaşılması adına makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının Kur’ân, hadis, kıyas, icmâʻ, mesâlihü’l-mürsele gibi delillerile olan ilişkisine bakmak gerekmektedir. ZiraŞâriʻin maksadı, aynı zamanda fıkıh usûlü ilminin önemli bir kısmını teşkileden bu deliller vasıtasıyla elde edilmektedir. Böylece makâsıdü’ş-şerîʻafıkhıile fıkıh usûlü ilminin birbiriyle olan bağlantısı daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.

2.1. Makâsıdü’ş-Şerîʻa ve Kur’ân

Kur’ân’da Şâriʻin maksadını dile getiren birçok âyet bulunmaktadır. Buâyetlerde Allah’ın hiçbir şeyi kasıtsız olarak yaratmadığı ve hiçbir hükmü maksatsız vazʻ etmediği anlaşılmaktadır. İnsan ve cinlerinyaratılmasındakimaksat, ancak Allah’a kulluk etmeleri için olduğu açıkça dile getirilmiştir.Peygamberlerin gönderilmesindeki maksat ise “Müjdeleyen ve uyaranpeygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın!”  mealindeki âyetle ifade edilmiştir. Fıkıhusûlününbirinci delilinin/kaynağının Kur’ân olduğu hakkında ihtilaf yoktur. Dolayısıyla fıkhî hükümler öncelikle bu delilden çıkarılmaktadır. Diğer taraftan bu delil aynı zamanda hükümlerin maksatlarının da kaynağı sayılmaktaveahkâmın hangi maksatlarla tayin edildiği bu delilden anlaşılmaktadır.Böylece Kur’ân’da namazın farz kılındığına hem metodolojik ilkelerleKHPGHQD- mzın bu hükmünün insanları kötülüklerden alıkoyduğu v Allah’a drin ygı duyma vasıtası sayıldığı maksadından dolayı tayin edildiği ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi Kur’ân, hükmün istinbâtında kullanılan hm mitodolojik ilkelerin hem de maksatların kaynağıdır. Aynı durum zkât için d z konusudur. Nitekim Kur’ân’da zekât vermenin farz kılınmasındaki maksad, mükellefin manevi kirlerden temizlenmesi ve mallarının mnen atması duğu ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi zekât vermenin hükmü d mksadı da Kur’ân’da yer almaktadır. İslam hukukunun birçok hükmü ve bu hükümlerin maksatları Kur’ân’da zikredilmiştir. O halde Kur’ân, hükümlerin istinbatında kullanılan metodolojik ilkelerin kaynağı olduğu gibi, aynı zamandabu hükümlerde birtakım maksatların da mülahaza edildiğinin ifade edildiği

2.2. Makâsıdü’ş-Şerîʻa ve Hadis

Hadisler, hükmün istinbat edildiği delillerin ikincisidir. Aynı zamanda hadisler, Şâriʻin maksatlarının dile getirildiği delillerdendir. Sözgelimi “Ey genç topluluğu! Kim iffetini korumak isterse evlensin. Zira evlilik gözü ve ırzı muhafaza etmektedir.” hadisinden, Şâriʻin evliliği teşvik etmesinin maksadı olan, gözü haramdan sakındırması açıkça dile getirilmiştir. Bu hüküm, hem makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisi bağlamında hemde isitinbât metotlarının işletilmesinin neticesinde elde edilmektedir. Böylece makâsıd fıkhının yanında fıkıh usûlü ilkeleri hükmün istinbâtında rol almıştır. Başka bir hadiste Hz.Peygamber, özel hayatın mahremiyetinin esas olduğunu kast ederek, başkasına ait bir mekâna girmek için izin talep edilmesi gerektiğini ifade etmiş, başkasına ait bir mekâna izinsiz girmenin meşru olmadığını dile getirmiştir.Bu hadisteki hükmün tayinindeki kasıt, bir kimsenin mahrem olan bir durumuna, onun izni olmadan başkasının haberdar olma ihtimalini engellemek WLU Öte yandan komşuya şufa hakkının tanınması hükmü,başkasından gelebilecek zararın önlenmesi maksadına dayanmaktadır. Yine Hz. Peygamber, bir kadınla aynı anda teyzesi ya da halasıyla da evliliği yasaklamıştır. Bu hükümden maksat, akrabalık ilişkisinin kopmasını engelleme şeklinde açıklanmıştır. Görüldüğü gibi hukuki hükümlerin tespit edilmesinde, fıkıh usûlü ilkelerinin yanı sıra makâsıd bilgisi de göz önünde bulundurulmaktadır. Zira bu hadislerde hükümlerin tayin edilmesi ve peşinden maksatlarının ifade edilmesi, hükümle ilgilenen usûl ilminin, makâsıd ilminden ayrı düşünülmesinin imkânsız olduğunu göstermektedir.

2.3. Makâsıdü’ş-Şerîʻa ve İcmâ

Fıkıh usûlü ilminin önemli delillerinden biri icmâʻdır. İslam hukukunun bazı hükümleri fakihlerin icmâʻ etmesiyle tespit edilmektedir. Fakihler, bir hükmü tespit ederken birtakım maksatları göz önünde bulundurmaktadırlar. Mesela öfkeli olan bir hâkimin hüküm vermesi icmâʻ ile mekruhtur. Bu hükmün dayandığı maksat, öfkeli olan hâkimin yanlış hüküm verme olasılığıdır. Yanlış hüküm verme olasılığının ortadan kaldırılması maksadıyla öfkeli olan hâkimin hüküm vermesi mekruh sayılmıştır. O halde hükmün tayin edilmesinin temelinde Şâriʻin yanlış hüküm verme olasılığının önüne geçme maksadı yer almaktadır. Öte yandan bakire olan kızdan evlilik izni alınırken, sükût etmesi izin sayılmaktadır. Bu konuda fakihler görüş birliğine varmışlardır. Bu hükmün dayandığı maksat bakire olan kızların genellikle evlilik konusunda utangaç davrandıkları dolayısıyla susmayı tercih ettikleri düşüncesidir. Aynı şekilde yolcu olan bir kimsenin cuma namazıyla mükellef olmadığı noktasında icmâʻ vardır. Bu hükümden maksat, yolcuyumeşakkatten kurtarmak ve yükünü hafifletmektir. Görüldüğü gibi bu hükümlerin tespit edilmesinde makâsıdü’ş-şâriʻ düşüncesi rol almaktadır.

2.4. Makâsıdü’ş-Şerîʻa ve Kıyâs

Kıyas, fıkıh usûlünün önemli delilleri arasında yer almaktadır.Aynı zamanda kıyasın makâsidüş’ş-şerîʻa fıkhıyla olan ilişkisi herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Zira fer’in hükmü hem asılda hemde ferde bulunanortakillettendolayı tespit edilmektedir. Şâriʻ, asılda bulunan illetin aynısını ferʻdede tespit ettiğinden dolayı aslın hükmünü ferʻe tayin etmektedir. Esasen hükmün tespit ve tayin sürecinde Şâriʻin maksadının göz önünde bulundurulduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu da hükmü tespit ve tayin etme noktasındaki kıyas faaliyeti ilemakâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının birbiriyle olan ilişkisini ortaya koymaktadır. Meselasarhoş ettiğinden dolayı bira, şaraba kıyas edilerek haram kabul edilmektedir.Şâriʻin gerek asılda gerekse ferʻde kast ettiği illet, aklın yok olmasıdır. Ohaldeşarap gibi biranın da haram sayılmasının illeti (aklı yok etmek) Şâriʻ tarafından kast edilmiştir. Yine Hasʻamlı bir adam Hz. Peygamber’e gelerek“Benim babam şu anda hac edemeyecek kadar yaşlıdır. Onun yerine hac etsem olurmu?Hz. Peygamber, “Senin babanın bir borcu olduğunda onu ödersen olmaz mı?”diye sorduğunda, adam “Olur” dedi. Hz. Peygamber, “Ohalde onun yerine hac edersen geçerli olur” buyurdu. Bu hadise göre Hz. Peygamber, kıyas yoluyla maksadının ne olduğunu ortaya koyarak hükmün tayininde bulunmuştur. Fakat Şâriʻin maksadının bilinmediği dolayısıyla illetin tespit edilemediği durumlarda kıyas faaliyeti yürütülemez. NitekimŞâriʻin maksadının bilinmediği teabbudî olan hususlarda illet ve Şâriʻin maksadı bilinmediğinden dolayı kıyas faaliyeti ile hüküm tayin edilememektedir. Kıyas faaliyetindeki hükmün tespiti, illete bağlı olduğu gibi hikmetede bağlıdır. Nitekim kıyas faaliyetinin hikmet esasına dayandığı düşüncesinde olan Fahreddin er-Râzî, Beyzâvî ve Âmidî gibi usulcüler bulunmaktadır.Hükmün hikmet esasına göre tayin edilmesine hikmetü’t-teşrî denilmektedir. Bu ismin maksidü’ş-şerîʻa için de kullanıldığı bilinmektedir. Maksidü’ş-şerîʻanın hikmetü’t-teşrî ismiyle anılması düşüncesinden yola çıkarak, makâsıdü’ş-şerîʻa ile fıkıh usûlü ilminin birbiriyle irtibatlı olduğu sonucuna varılabilir.

2.5. Makâsıdü’ş-Şerîʻa ve Maslahat

Maslahat, celbü’l-menfaa ve defʻu’l-mefsede anlamında olan faydalı olanın elde edilmesi, zararlı olanın giderilmesi şeklinde tarif edilmiştir. Şerʻî hükümlerin tayininde göz önünde bulundurulan makâsıdü’ş-şâriʻ/makâsıdü’şerîʻa kavramının temelinde de faydalıyı temin zararlıyı giderme düşüncesi bulunmaktadır. Usûl bilginleri, bu düşünceden yola çıkarakmaksıdü’ş-şerîʻa ve maslahatın aynı anlamda olduğunu, üstelik buiki kavramın birbirlerinin yerine kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu noktada usulcüler görüş birliği içindedir. Bu görüşlerine “Elbette Allah, adaletli davranmayı, iyilikten ayrılmamayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder.” YH“Allah izin çin o aylık diler, zorluk dilemez.” mealindeki âyetleri delil göstermişlerdir. “Zarar ermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.” YH “Din kolaylıktır.” klindeki hadisler de onların bu düşüncesini destekler niteliktedir. Ancak riʻn hükmün gerekçesini açıklayıp açıklamadığına göre makâsıdü’ş-şerîʻa maslahat arasında fark olduğu söylenebilir. Şöyle ki, makâsıdü’ş-şerîʻa ğlamında tayin edilen hükümler külliyâtü’l-hamse denilen dnin, aklın, lın, canın ve neslin korunması kapsamında gerekçelendirilmektedir. Maslahat bağlamında tayin edilen hükümlerin gerekçeleri ise Şâriʻ tarafından blirlenmemiştir. Zira maslahat ile tayin edilen hükmün gerekçesi müçtehit tarafından tespit edilmektedir. Fakat neticede maslahat bağlamında tyin eilen hükmün gerekçesi de Şâriʻn maksadıyla uyumlu olması gerekmektedir. Maslahat, İslam hukuk usûlünün önemli delillerinden ayıldığına göre ksidü’ş-şerîʻanın da İslam hukuk usûlünün bir delili olduğu, dolayısıyla fıkıh usûlünün çatısı altında olduğu söylenebilir. Nitekim hükümlerin tespit edilmesinde, dünyevî menfaatlerden çok hem dünyevi hem uhrevî saadete vesile olan makâsıdü’ş-şerîʻa itibara alınmakta ve bu doğrultuda hükümler tayin edilmektedir. Buradan hareketle hükümlerde yapılacak olan kolaylaştırmalar birilerinin gönlünü kazanma gayesiyle yapılan basitleştirmeveyasosyal baskılar neticesinde ve arzulara göre fetva verme değildir. Bilakis Kur’ân ve Sünnetin tabiî maksatlarını ve beklentilerini yerine getirmedir.Makâsıdü’ş-şerîʻadan kast edilen şey, zarûruyyât, hâciyât ve tahsîniyyâttır. Zarûriyyât kapsamında beş temel esası olan dinin (ismetü’d-dîn), malın(ismetü’l-mâl), canın (ismetü’n-nefs/ismetü’d-dem), neslin (ismetün’n-nesl)veaklın (ismetü’l-akl) korunması yer almaktadır. Bunlar, makâsıdü’ş-şerîʻafıkhında hükümlerin tespitinin temelinde yer alan beş temel ilke“el-usûlü’l-hamse” olarak bilinmektedir. Esasen Şâriʻin maksadı sadece bu beşilkeile sınırlandırılamaz. Zira Şâriʻin maksadı, insanlar için menfaatı celb, mefsedeti def etmektir. Bu düşünce beş temel ilkeden daha geniştir. NitekimİbnTeymiyye, maslahatın bu beş ilkenin dışında da itibara alınması gerektiğini ifade etmiştir. Onun konuyla ilgili ifadesi şöyledir: “İslam bilginleri maslahat-ı mürselenin sadece can, mal, ırz, akıl ve din gibi korunması gereken hususlarda gözetilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki maslahat-ı mürsele menfaatin celb, mefsedetin def edilmesi beklenen her durumda gözetilmelidir.” O halde menfaatin celb, mefsedetin def edilmek istendiği her durum Şâriʻin maksadıdır denilebilir. Sahâbe döneminde meydana gelen problemler, maslahat ilkesi göz önünde bulundurularak makâsıd temelli hükümlerle halledilmiştir. Hz. EbûBekir, Kur’ân’ın toplanması olayında bu yöntemi uygulamıştır. Zira Kur’ân’ın toplanması sonraki dönemlerde Kur’ân’ın kaybolması endişesinin bertaraf edilmesi maksadıyla gerçekleştirilmiştir. Böylece sahâbe, insanların maslahatını göz önünde bulundurarak ve bunu kastederek hüküm tayininde bulunmuşlardır. Nitekim Kur’ân’ın toplanması hususu, Hz. EbûBekir, Hz. Ömerve Zeyd b. Sabit tarafından müzakere edilirken Hz. Ömer’in“Allah’a yemin olsun ki bu hayırlı bir iştir.” ifadesi hükümlerin fayda ve zarar maksatlı tespit edildiğinin işaretidir. Öte yandan bir kişiyi öldüren, topluluk bile olsa, tamamının öldürülmesi gerektiği hükmü, maslahat maksadıyla verilmiştir. Zira bir kişiye karşı sadece bir kişinin öldürülmesi, insanların topluluk tarafından öldürülmesinin önünü açacak ve cinayetler yaygın hale gelecektir. Bunun önüne geçme maksadıyla bir kişiyi öldüren, topluluk bile olsa bu topluluğun öldürülmesi gerektiği hükme bağlanmıştır. Aynı şekilde hoparlör sistemlerinin kullanılarak ezan okunmasının caiz oluşu birçok kişiye namazın duyurulması maksadına matuftur. Nikah ve alışveriş gibi akitlerin tescil edilmesi de hukukî hakların kaybolmaması maksadına dayandırılmaktadır. Bu meselelerin tamamında Şâriʻ, insanların maslahatını göz önünde bulundurarak ve bunu kastederek hüküm tayininde bulunmuştur.

2.6. Makâsıdü’ş-Şerîʻa veústihsan

İstihsan deliline göre hüküm istinbât etmenin en önemli şartı makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisine sahip olmaktır. Makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisine sahip olmayan bir kimse, sadece istihsan deliline dayanarak isabetli bir hüküm tespit etmesi mümkün değildir. Mesela yabancı bir kadına bakmanın haram olduğu bir çok hadiste geçtiği halde İslam hukuku, istihsana dayanarak evlilik arifesinde olan erkek ve kadının birbirine bakmasında sakınca görmemiştir. Şâriʻbu hükümden kast ettiği mânayı “Birbirinize bakmanız sonraki hayatınızın devamına vesile olacaktır.” ifadesiyle açıklamıştır. Öte yandan muamelatta belirsizliğin giderilmesi gerektiği ilkesine aykırılık teşkil ettiği halde hamamlarda yıkanmak hukuken geçerli kabul edilmiştir. Hâlbuki hamama giden bir kimsenin hamamda geçireceği süre ve harcayacağı su miktarı bilinmemektedir. Fakat insanların ihtiyacının karşılanması maksadıyla hamama gitmek geçerli kabul edilmiş ve bu noktada icmâʻ olmuştur. Bu meselelerden anlaşıldığı üzere istihsan delilinin temelinde makâsıdü’ş-şerîʻa düşüncesi yer almaktadır.

2.7. Makâsıd veúçtihad

Hükümlerin istinbât edilmesi içtihat faaliyetiyle olmaktadır. İçtihat faaliyeti ise fıkıh usûlünün ilkeleri ve makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının derinlemesine kavranmasıyla mümkün olmaktadır. Buna göre içtihat yapmak isteyen kimse içtihat edilecek konuyu iyi kavraması, makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisini vefıkıhusûlü ilkelerini iyi bilmesi gerekmektedir. Aksi halde içtihat ederek istinbât faaliyetinde bulunsa bile isabetli hükümler elde edemez. Gazzâlî, içtihatede bilmeyi üç ilimde ihtisas sahibi olmaya bağlamıştır. Bunlar, Hadis, Arap dili ve usûl ilimleridir. Gazzâlî’nin makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisini ayrıca gerekli görmemesi, muhtemelen bu ilmi fıkıh usûlü ilminin bir parçası saydığından dolayıdır. Diğer taraftan Şâtıbî içtihat edebilmeyi makâsıdü’ş-şerîʻayı bilmek ve istinbât melekesine sahip olmak şeklinde iki şarta bağlamaktadır.Onun makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhını ayrıca zikretmesi içtihadın lafız ve mâna ilişkisini göz önünde bulundurmasından kaynaklanmaktadır. Esasen sahâbe ve diğer müçtehitler bu iki vasıfla hükümleri istinbât etmişlerdir. Zira sahâbe, usûl kurallarının yanında Hz. Peygamber’in hâne-i saadetinde bulunmuş, onunolaylara yaklaşımına, problemleri halletme yöntemine şahit olmuşvebuyönde meleke kesp etmişlerdir. Böylece onlar da olaylara Hz. Peygamber’ingöz önünde bulundurduğu maksatları tasavvur ederek yeni meseleleri onunçözdüğü gibi çözmüşlerdir. Sahâbe gibi fakihler de bugün bildiğimiz mânadausûl ilkeleri henüz belirgin hale gelmediği dönemde mânaya ehemmiyet vermiş, uzun süre fıkıhla meşgul olmuş, böylece makâsıdü’ş-serîafıkhını kavramışlardır. Makâsıdü’ş-serîa fıkhını kavrayan kimseler, icihat etmeme lekesi elde etmiş ve isabetli içtihat yapmaya muvaffak olmuşlardır. ZiraŞâriʻinkastını kavrayamayan kimse, onun kelamından muradını anlaması mümkündeğildir. Şâriʻin maksadının kavranması da Şâtıbî’nin ifade ettiği gibi Arapçayı iyi bilmek ve dilin inceliklerini iyi anlamakla mümkünolabilmektedir.Fıkıh usûlü literatüründe üç çeşit içtihattan söz edilmektedir. Birincisi, yorum içtihadıdır. Buna içtihadü’l-beyânî denir. Bu içtihat yönteminde hükmün tespit edilmesi faaliyetinde makâsıdü’ş-serîa fıkhı ön plana çıkmaktadır. Fakat makâsıdü’ş-serîa fıkhı ile birlikte usûl ilkeleri de göz önünde bulundurulmaktadır. İkincisi kıyas içtihadıdır. Kıyas içtihadı faaliyetinde, makâsıdü’ş-serîa fıkhı ve illet kapsamında aslın hükmü fer’e uygulanmaktadır. Üçüncüsü ise istislâh içtihadıdır. İstislah içtihadı faaliyetinde, kıyas içtihadı imkanının bulunmadığı hususlarda makâsıdü’ş-serîa ve maslahat prensibikapsamında yeni meselelere hükümler istinbât edilmektedir. Esaseniçtihadın bu ayırıma tabi tutulması, içtihat faaliyetinde mânanın dolayısıyla makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının önem arz ettiğinin bir göstergesidir. Nitekim nassın mânasının hükmün tayininde esas alınması iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi kıyas içtihadıdır. Kıyas içtihadı, aslın hükmünün konulmasının gerekçesi olan illetten yola çıkarak ferʻe hüküm belirleme çabasıdır. İlletekseninde dönen ve sistematik akıl yürütme mekanizması olan kıyas içtihadı mevcut bir hükmün uygulama alanının genişletilmesi faaliyetidir. İkincisi ise makâsıd içtihadıdır. Hikmet ve maslahat ekseninde dönen makâsı diçtihadı,istihsan ve istislâh olarak da adlandırılmaktadır. Makâsı diçtihadındaâyetve hadislerin genel anlamından yola çıkarak küllî mânalar ve Şâriʻindikkate aldığı maksat ve hedefler muvacehesinde hükümler tayinedilmektedir.Görüldüğü gibi içtihat türlerinin tamamında makâsıdü’ş-şerîʻafıkhı itibara alınmakta ve hükümler istinbât edilmektedir. Fıkıh usûlü ile makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının birbirinin mütemmimi olmasındaki amaç, içtihat faaliyetinin, İslam teşriinin özüne ve amacına göre denetlenmesi ve ona bu yönde açılım sağlanmasıdır. Bu itibarlaŞâriʻin maksatlarına ilişkin bilgiye sahip olmak, müçtehit için vazgeçilmez bir niteliktir. Mevcut hükümleri makâsıdü’ş-şerîʻa bağlamında anlayıp yorumlaya bilen bir kimse, hakkında hüküm bulunmayan meselelerin hükümlerini isabetli bir şekilde tespit edebilir. Ayrıca bir kimse, şerʻî ahkâmın maksatlarını kavradığı ölçüde; taʻlim etmede, fetva vermede ve içtihatta bulunmada Hz. Peygamber’e halef olabilir. Aksi halde müçtehitlerin tespit ettikleri hükümlerde yanlış yapma riski artabilir. Bu sebepten dolayı usulcüler, gerek lafzî istinbâtilke ve kurallarıyla gerek kıyas yöntemiyle ve gerekse de makâsıdü’ş-şerîʻayoluyla yürütülen içtihat faaliyetinin tümünde makâsıdü’ş-serîafıkhınındikkate alınması gerektiğinin altını çizmiş ve bu üç içtihat yönteminin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceğini vurgulamışlardır. Netice itibarıyla usûl ilminin önemli konularından biri olan içtihat faaliyetinin demak âsıdü’ş-şerîʻa bilgisinden soyutlanarak yürütülmesi imkân dahilinde değildir.O halde makâsıdü’ş-şerîʻa ilminin fıkıh usûlü ilmiyle ilişkisi müstakil veayrıbir ilim ilişkisi değil; aksine her iki ilmin birbirine muhtaç ve birbiriyle ilişkisinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki makâsıdü’ş-şerîʻa isminden deher iki ilmin birbiriyle ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Zira makâsıdü’ş-şerîʻailminden maksat Şâriʻin hangi hükmü kast ettiğinin irdelenmesi olduğugibifıkıh usûlü ilmi de aynı gaye ile faaliyet yürütmektedir. Malum olduğu üzere fıkıh usûlüne yöneltilen eleştirilerden biri defıkhîmeseleleri ele alırken cüziyyata dalıp külliyatı göz ardı etmesidir. Zirafıkıhusûlü fıkhî meseleler bağlamında cüziyyata daha çok yer verdiği için kazuistik bir yapıya sahiptir. Buna karşılık makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı hemcüziyyatahem de külliyatta yer vermektedir. Zira isabetli ve güvenilir hükümlerinelde edilmesi külli kuralların göz önünde bulundurulmasına bağlıdıU(VDVHQ Şâtıbî’nin de makâsıdü’ş-şerîʻa bilgisine sahip olmayı, içtihat etmeninvazgeçilmez şartları arasında zikretmesi bu sebepten dolayıdır.

3. Makâsıdü’ş-Şerîʻa Bağlamında Küllî Kaideler

Fıkıh usûlünde hükümlerin istinbâtında kullanılan bir takım küllî kaideler bulunmaktadır. Bu kaideler aynı zamanda makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına dayalı içtihadın ilkelerini de tayin etmektedir. Zira bu külli kaidelerin tanzim edilmesindeki gaye ve bunlardan anlaşılan mana göz önüne alındığında hükümlerin maksatlara bina edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu kaideler, İslam hukukçularının ortak kabulünü yansıtması ve İslam hukuk usulünde makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının yerini göstermesi bakımından önemlidir. Bunlardan bazıları şunlardır: Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir. Makâsıdü’ş-şerîʻayı korumak esastır. Akitlerde makâsıd ve maʻâniye itibar edilir. Elfâz ve mebâniye itibare dilmez. Zarar-ı âmmın def’i için zarar-ı has ihtiyar olunur. Def-i mefâsid celb-i menâfiʻden evladır. Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur. Meşakkat teysîri celbeder. Zarar izale olunur. Zaruretler, mubah olmayan şeyleri mubah kılar. Def-i mefâsit celb-i menâfiʻten evladır. Raiyye üzerinde tasarruf maslahata menuttur. Esasen maslahatların değişmesinden dolayı hukukî işlemlerin hükümleride değişmektedir. Bu kurallar, fıkıh usûlünün önemli ilkelerini oluşturduğu gibi, makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının esasında da yer almaktadır. Hüküm istinbât edilirken bunların göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Zirabukaidelerin her birinde maksat ve maslahata vurgu yapılmış ve hükümlerin tayininde bu iki düşüncenin tasavvur edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Buradan da makâsıdü’ş-şerîʻa ilminin usûl ilmiyle aynı işlevlere sahipolduğuve birbirlerine ihtiyaçlarının olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır.

4. Makâsıdü’ş-Şerîʻa Fıkhının Fıkıh Usûlünden Ayrıldığı Hususlar

Usulcüler ya fıkıh usûlünde yer alan kuralları nassın lafzına işleterek yada nassta hükmü bulunmayan bir meseleyi nasta hükmü bulunan bir meseleye kıyas ederek hüküm istinbâtında bulunmaktadırlar. Ancak ne nassın lafzından ne de benzer meseleye kıyas ederek bir meselenin hükmünün bilinmesi mümkün değilse, hükmü bilinmeyen meselenin hükmü, sadecemakâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına göre tespit edilemez. Hükmün istinbât edilmesi, birincisinde fıkıh usûlü ilke ve kurallarına göre ikincisinde ise makâsıdü’ş-şerîʻafıkhına göre yapılmaktadır. Bu iki yöntem birbiriyle ilişki içinde olduğu ölçüde İslam dini evrensel olur ve bütün zamanlara hükmeder. Oysa usûl kuralları ve esasları sınırlı, buna karşılık meydana gelen/gelecek olan meseleler ise devamlı ve sınırsızdır. Sınırlı olan bu ilke ve esaslarla sınırsız olan mesele ve olayların hukukî bir zemine oturtulması mümkün gözükmemektedir. O halde hükümlerin istinbât edilmesi faaliyetinde makâsıdü’ş-şerîʻafıkhı gözönünde bulundurulmalıdır. Ayrıca nasların doğru ve murad-ı ilahiyeyeuygun anlaşılması, sadece lafzî tahlil zemininde değil aynı zamandaŞâriʻinmaksatları bağlamında olmalıdır. Böylece Şâriʻin nassı sevk ettiği bağlamgözönünde bulundurularak hükümler tespit edilmelidir. Şâriʻ, hükmün tayininde birtakım maksatlar ve hikmetleri göz önünde bulundurmaktadır. O, bu maksat ve hikmetleri lafızlar vasıtasıyla dile getirmektedir. Fıkıh usûlü gibi makâsıdü’ş-şerîʻa ilmi de bu hitapla ilgilenerek hükmün istinbât faaliyetinde bulunmaktadır. Fakat her birinin faaliyet alanı farklıdır. Fıkıh usûlü, Şâriʻin lafızlarıyla, makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı ise bu lafızlardan ortaya çıkan anlamla ilgilenmektedir. Heriki bilim dalının nazar-ı dikkati farklı alanlara olsa da esasen bu iki alan birbirini tamamlamaktadır. Dolayısıyla fıkıh usûl ve makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı, hükümlerin istinbâtı ve tespit edilmesi sürecinde birbirine ihtiyaç duymaktadır. Zira İbn Âşûr’unda dediği gibi mütekllimin konuşmasıyla neyi kast ettiği hem nassın lafzı hemde kullandığı ifadenin anlamı tahlil edilmek suretiyle ortaya çıkmaktadır. Mütekellimin maksadı göz önünde bulundurulmadan sadece onun kelamından irade ettiği şeyin tespit edilmesi yanlış yorumlara sebebiyet verecektir.Esasen bütün insanlar, Şâriʻin maksadını derin ve geniş bir şekilde bilip ve kavramakla mükellef değildir. Zira fıkıh ilmine derin vukufiyeti olmayan insanların sadece hükümleri bilmesi yeterlidir. Kaldı ki bu durumda olan bir insanın Şâriʻin maksadını net bir şekilde kavraması da mümkün değildir. O halde makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhına sahip olması gerekenler, fıkıh ilminde derin bilgiye sahip olan ilim adamlarıdır. Fıkıh usûlünde yer alan kıyas faaliyetinin illeti, hükme kaynaklık etmektedir. Makâsıd fıkhında ise hükmün kaynağı hikmettir. Sözgelimi şarabın haram kılınmasının illeti aklı yok etmesidir. Aklı yok etme illetine sahip olan eroin, kafein gibi maddeler de haram sayılmaktadır. Bu faaliyet bir fıkıh usûlü faaliyetidir. Buna mukabil içkinin haram kılınmasındaki maksat aklın yok olmasından sonraki sürecin olumsuzluklarıdır. Zira aklı olmayan birkimse yalan konuşabileceği gibi Allah’ı da inkâr edebilir. O halde hem aklı yok eden (illet) hem de aklın yok olmasından sonraki sürece sebep olan her madde (hikmet) haram kabul edilmelidir. Fıkıh usulü, nasslarda yer alan hükümleri bir takım ilke ve kurallar kapsamında istinbât etmekte, hükmü bulunmayan yeni meselelere yine birtakım ilke ve kurallar bağlamında hükümler tespit etmektedir. Fakat makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı ise naslarda hem yer alan hemde yer almayan hükümlerin amaçlarını, hedeflerini ve felsefesini ortaya koymaktadır. Fıkıh usûlü ile makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı arasında her ne kadar bu farklar bulunsa da hükmün istinbât edilmesi noktasında bunların birbirini tamamlayan iki ilim olduğu düşüncesi daha makuldür.

Sonuç

Klasik fıkıh metodolojisi literatüründe makâsıd konusu hem müstakil bir şekilde hem de bazı deliller bağlamında ele alınmıştır. Daha çok bir içtihat metodu olarak ele alınan makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhı, maslahat, ıstıslah, istihsan,kıyas, mâna, illet, sebep ve münasip vasıf gibi deliller ve konular başlığı altında ele alınmış ve buna usûl bağlamında furuî meseleler kısmında yer verilmiş tir. Klasik dönem usulcülerinin bu uygulamasından ve makâsıdü’ş-şerîʻayafıkıh usûlünün birçok meselesinde yer vermelerinden bu bilim dalının İslam hukuk usûlünün vaz geçilmez bir parçası olduğunu düşündüklerininaçıkbir kanıtıdır. Her mükellef Allah Teâlâ’nın emir ve nehiylerini yerine getirmekzorundadır. Bunların maksat, hikmet ve illetlerini/gerekçelerini bilipbilmemesi durumu değiştirmemektedir. Fakat bu emir ve nehiylerdeki hükümlerintespit ve tayin edilmesinde Şâri’in maksadını bilmek, imanındahakuvvetliolmasına ve kalbî tatmine vesile olur. Ayrıca mükellef, tayin edilen hükmün kendi maslahatına uygun olduğunu bildiği anda bu hükmü daha istekli birşekilde yerine getirir ve tatbik eder. Öte taraftan makâsıdü’ş-şerîʻafıkhı, istinbat edilen hükümlerin sağlaması niteliğindedir. Zira makâsıdü’ş-şerîʻabilgisi, tayin edilen yeni hükümlerin güvenirliğini ve doğruluk derecesini arttırmaktadır. Böylece istinbât edilen ve mükellef tarafından yerine getirilen hükümlerin akıldışı olmadığı anlaşılır ve gönül huzuru ve rahatlığıyla kabul edilir. Makâsıdü’ş-şerîʻa fıkhının bu özellikleri makâsıdü’ş-şerîʻanın fıkıh usûlü için vaz geçilmez bir bilim dalı olduğunu ortaya koymaktadır. Fıkhî hükümler göz önünde bulundurulduğu zaman bu hükümlerin maslahat esaslı olduğu ve makâsıdü’ş-şerîʻanın bu hükümlerin tamamında yer aldığı görülür. Dolayısıyla makâsıdü’ş-şerîʻanın bir bütün olarak fıkıh usulünü kapsadığı söylenebilir. Diğer taraftan hükümlerin istinbatında açıklayıcı ve tamamlayıcı bir rol üslenmesi bakımından da makâsıdü’ş-şerîʻa, fıkıh usulünün hizmetinde olduğu kabul edilebilir. Kaldı ki fıkıh usulünün önemli bir konusu olan içtihat faaliyetinin isabetli yapılabilmesi, Şâri’in maksadının bilinmesine bağlıdır. Şâri’in maksadı bilinir ve bu doğrultuda hüküm tayin edilirse hüküm daha isabetli olur. Bu da gösteriyor ki makâsıdü’ş-şerîʻabilgisinin fıkıh usulü ilminin ayrılmaz bir cüz’ü sayılması gerekir. Öte yandan makâsıdü’ş-şerîʻa mevzusu hakkında müstakil eserlerin kaleme alınmasıda bu ilmin müstakil bir bilim dalı olduğunu göstermemektedir. Aksi halde İcmâ, Kıyas ve Mesâlih hakkında müstakil eserler yazıldığı için bunlarında müstakil bir bilim dalı olmaları gerekecektir. Hâlbuki bu konuların usul ilminin birer parçası oldukları noktasında ihtilaf bulunmamaktadır.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0