Kur’ân-ı Kerîm’in Arap Diline Etki ve Katkıları

Dr. Öğr Üyesi Yakup Eroğlu 2024-10-28

Kur’ân-ı Kerîm’in Arap Diline Etki ve Katkıları

Özet:

Yeni bir din ve kutsal bir akîde olarak İslâm, Arap toplumunu, dönemin şartları içerisinde yüksek bir medeniyet seviyesine ulaştırmış, mukaddes bir kitap olarak Kur’ân, muhataplarının zihinlerinde, ferdî ve ictimâî hayatlarında köklü değişimler gerçekleştirmiştir. Hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm, en önemli etkisini Arap dili üzerinde göstermiş, bu toplumun edebi hayatını yeni bir yöne sevk etmiştir. Son ilahi kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in dili olan Arapça, Kur’ân’ın nüzulü ile beraber yepyeni bir döneme girmiş, yeni kelime, ifade ve deyimlerle dil hazinesi iyice zenginleşmiş, daha önce sadece Arap yarımadasında konuşulan bul dil özellikle İslâm fetihleriyle beraber dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Kur’ân lafızlarının manalarını tespit etmek, dil kurallarını belirlemek ve edebi sanatları ve incelikleri daha iyi anlamak maksadıyla lügat, sarf ve nahiv ve belâgat gibi ilim dalları ortaya çıkmış ayrıca ilahî vahyi en doğru şekilde anlama gayretleri neticesinde Kur’ân merkezli birçok ilim dalı doğmuş ve Arapça zamanla büyük bir kültür ve medeniyet dili olmuştur.

GİRİŞ

Kur’ân-ı Kerîm’in, muhataplarının toplumsal hayatlarına olduğu gibi dillerine de çok önemli etkileri olmuştur. Müslümanların Kur’ân’ı devamlı okumaları ve dinlemeleri onların hem duygu ve düşüncelerini hem de dillerini güçlü bir şekilde etkilemiş, daha önce kullanılan kaba ifadelerin yerini zamanla Kur’ân’ın fasih ve veciz üslûbu almaya başlamıştır.1 Kur’ân’ın dili, Arapça olması itibariyle bu dili tamamen yenilemiş, ilahi vahiy bu dil sayesinde çekici ve sağlam ibarelerle ifade edilmiştir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm, Arapçanın, maksadı ifade etme hususunda en ideal örnek makama yükselmesine yardımcı olmuştur. Arapça, Kur’ân-ı Kerîm sayesinde dünya dillerinin hiçbirinin ulaşamayacağı boyutta genişleyerek dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Arap dili, Kur’ân’ın nüzulünden sonra Müslüman halkların konuştuğu diğer dünya dillerinin tamamından yüksek bir makam elde etmiştir.”2 Kur’ân, Arap diline yerleşmiş mantık, anlayış ve güzellik kategorilerini olduğu kadar Arapçanın kendisini de sabitlemiştir. Kur’ân Arapçası, kelime hazinesi, nahvi ve belâgatı açısından Arap dilinin standardı haline gelmiştir. Edebi kompozisyon ve mükemmelliğin en üst kriteri olarak kabul edilen Kur’ân-ı Kerim, şair ve hatiplerin yol göstericisi olmuş, onun ifade tarzları, teşbihleri, tasvirleri, tabirleri, deyim ve meselleri günlük konuşmaların parçası haline gelmiş; herhangi bir edebi kompozisyonu süslemek için tezyîn ve süsleme olarak kullanılmıştır.3 Kur’ân-ı Kerîm’de en saf kelimeler, en güzel üslûb, en belîğ teşbihler ve istiâreler, en hoş kinâyeler, en veciz tabirler, kısacası fesâhat ve belâgatın en mükemmeli vardır. Dolayısıyla Kur’ân dil yönüyle Arapçadan faydalanmamış, aksine ifade etmeye çalıştığımız bu hususlarda Arapçaya katkısı olmuştur.4 Arap dilinin şaheseri olarak bu dili birçok yönden etkileyen ve ona eşsiz katkılar sunan Kur’ân-ı Kerîm’in bu etki ve katkılarını şöyle özetleyebiliriz: 

I. Arap Dilini Bozulmaktan ve Yok Olmaktan Koruması

Okuma yazma bilmeyen, gayet basit ve dar geçim kaynağına sahip, bilimlerden ve maariften uzak, birçok savaşa ve yıkıma maruz kalan bir çöl topluluğunun dili olan Arapçanın üslûbunu ve asıl şeklini bugüne kadar bozulmadan getirebilmesinin en önemli sebebi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zira o, Arapçaya büyük bir canlılık ve hayatiyet kazandırarak, diğer diller gibi zamanla bozulmaktan ve unutulup yok olmaktan onu korumuş ve böylece Kur’ân’ın tesiriyle Arapça canlı ve edebi bir dil olarak bugüne kadar gelebilmiştir.5 İslâmiyetle beraber eski hudutlarından taşarak çok uzaklara başka dillerin konuşulduğu ülkelere yayılan Arapça, özellikle Kur’ân ve hadis sayesinde İslâm’ın hâkim olduğu bölgelerde bu dili konuşanların hayatına ve İslâm medeniyetine bütün yönleriyle etki etmiş, bu medeniyet sayesinde serpilip büyüyen, çoğalan ilimler ve sanatlara bağlı olarak Arapça günümüze kadar bozulmadan varlığını korumuş ve büyük bir gelişme safhası yaşamıştır. Arapçanın günümüze kadar bozulmadan ve yok olmadan gelebilmiş olmasının en önemli sebeplerinden biri de Yüce Allah’ın ﴾نَ ظوُ َحافِ ِنَّا لَهُ لَ ْكَر َوإ ِ نَا الذ ْ ِنَّا نَ ْح ُن نَ َّزل إ} ﴿Kur’ân'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.}7 âyetiyle Kur’ân’ı bizzat kendisinin muhafaza etmesi ve böylece kıyamete kadar herhangi bir değişikliğe uğramadan ebedi olarak kalmasıdır. Bu sayede Kur’ân’ın indirildiği dil olan Arapça da koruma altına alınmış ve bir nevi ebedilik kazanmıştır. Bu durum diğer semavi kitaplar ve onların indirildiği diller için geçerli olmadığından o kitaplar orijinal şeklini kaybetmiş, onların indirildiği diller ise zamanla bozulup yok olmuşlardır. Corcî Zeydân bu konu hakkında şöyle der: “Diğer milletlere gönderilen kutsal kitaplar için söz konusu olmayan Kur’ân’ın büyük ve önemli bir tesiri bulunmaktadır. Bu da fasih Arapçanın korunmasını ve milyonlarca insanın okuyarak aynı dili anlamalarını sağlamasıdır. Şayet Kur’ân olmasaydı, Arap dünyasının lehçeleri farklılaşır ve o dile mensup olanların birbirlerini anlaması zorlaşırdı. Nitekim Roma’nın yıkılmasıyla Latincenin yaşadığı durum Arapça için de söz konusu olurdu.” Günümüzde konuşma dilleri birbirinden farklı olan Arap ülkelerinin vatandaşların birbiriyle anlaşabiliyor olmasının yegâne sebebi, ortada ortak bir kutsal kitabın ve onun etkisiyle bozulmadan gelen bir edebiyat dilinin bulunmasıdır.

II. Arap Dilinde Birlik Meydana Getirmesi 

Kur’ân-ı Kerîm indirilmeden önce Arap yarımadasının değişik bölgelerinde yaşayan kabilelerin fesâhat ve belâgatı farklı derecelerde olan lehçeleri kullanılmaktaydı. Kur’ân’ın indirildiği Kureyş lisanı (lehçesi) ise dillerin en kolayı, en tatlısı, en açığı ve en anlamlısıydı. Suyûtî Kureyş lehçesinin diğer lehçelere üstünlüğü konusunda İmâm Vasîtî’den şu ifadeleri nakletmektedir. “Kureyş’in kelamı kolay ve açıktır. Diğer Arapların kelamı ise yabani ve gariptir. Bu nedenle Araplar Kureyş’e yakınlaşmak istemişler, onların lisanını sevmişler ve ona uyum sağlamışlardır. Kur’ân-ı Kerîm ise onu daha da güzelleştirmiş ve ona tatlılık katmıştır. Böylece Araplar Kur’ân-Kerim’i dinlemeye yönelmişler ve kabilelerine rağmen Kureyş kelamında tatlılık ve çekicilik bulunduğunu, üstünün verimli, altının bereketli olduğumu ve onun ağır bastığını, ona ağır basan hiçbir şeyin olmadığını kabul etmişlerdir.” Câhiliye döneminde çeşitli panayırlarda yaşanan dil tartışmaları, Ukaz çarşısında yapılan şiir yarışmaları ile Arapçada dil birliği sağlanmaya çalışılmış, bu devrin sonlarına doğru Arap dilinde kabileler arasında büyük bir dil birliğine gidilmiş ve bu ortak dile şiir dili adı verilmiştir. Birlik yoluna girmiş olan bu dili Kur’ân-ı Kerîm tek lehçeye (Kureyş Lehçesi) indirmiş ve henüz tamamlanmamış olan bu dil birliğini tam manasıyla sağlamıştır. Kur’ân’ın üslûbundan etkilenen ve onu okuyup dinlemekten zevk alan Müslümanlar bu yüce kitabın etrafında toplanarak Arapçayı aynı ve tek kaynaktan almış, Kur’ân’dan öğrendikleri kelime ve ifadeleri kullanmaya başlamış, tek bir ümmet olarak ortak dilleri (Kureyş lehçesiyle indirilen) Kur’ân dili olmuştur.

III. Arapçanın Geniş Çapta Yayılmasını Sağlaması

İslâmiyet’ten önce Arapça sadece Arabistan yarımadasında konuşulan, diğer dillere pek etkisi olmayan, ilim, sanat, kültür ve medeniyet alanında önemli bir yeri bulunmayan bir dil idi. Bu yüzden Arabistan dini, siyasi, kültürel açıdan önemli bir merkez olamamıştı. Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra Müslüman olan Araplar diğer milletleri İslâm’a davet ettiler ve kısa zamanda Arap olamayan bazı milletler de Müslüman oldular. Kur’ân’ın hükümlerini öğrenebilmeleri ve ibadetlerini doğru bir şekilde eda edebilmeleri için Arap olmayan bu müslümanların ilk yaptıkları şey Kur’ân-ı Kerîm’in dili olan Arapçayı öğrenmek oldu. Böylece Kur’ân sayesinde Arapça diğer milletler arasında tanınmaya ve yayılmaya başladı. İslâm fetihleriyle beraber Arap yarımadasına mahsur kalmaktan kurtularak doğuda, batıda, güneyde ve kuzeyde, müslümanların gidebildiği her yerde yayılan Arapça, Suriye, Mısır, Filistin ve Kuzey Afrika halkları tarafından kendi lehçeleriyle konuşulmaya başlanmış aynı zamanda Arap dili buralarda ve diğer İslâm ülkelerinde din, siyaset, edebiyat, kültür ve eğitim-öğretim dili olmuştur. Böylece İslâmiyet ve Kur’ân sayesinde Arapça Arâmî dilinin konuşulduğu Suriye’ye, Kıptîce ve Yunanca’nın hâkim olduğu Mısır’a, Latince ve Berberî dilinin kullanıldığı Kuzey Afrika’ya, oradan da Endülüs’e, doğuda ise İran ve Irak üzerinden Türk ve Hint kültür sahasına kadar yayılarak evrensel bir dil konumuna gelmiştir.

IV. Arap Diline Yeni Kelime ve Deyimler Kazandırması

Kur’ân-ı Kerîm, Arap diline birçok yeni kelime ve terim kazandırmıştır. Bu kelimelerden bazıları ilk defa Kur’ân tarafından kullanılmış, bazıları da önceki manalarından İslâmi manalara aktarılmışlardır. İbn Fâris, İslâm dininin ortaya çıkmasıyla birlikte yapılan yeni düzenlemeler ve dile eklenen ilaveler sonucunda Arap dilinde bazı terimlerin eski kullanım alanlarından çıkarak yeni formlara taşındığını, böylece ortaya çıkan son durumun, dilin ilk konumunu yok ettiğini ifade etmektedir. Ahmed Emîn ise; Kur’ân’ın Arap diliyle indiğini fakat lafızları, tabirleri ve manalarının tam olarak Câhiliye dilini temsil etmediğni. Çünkü Kur’ân’ın, Câhiliye devrinde kullanılmayan kelimeleri kullandığını, Câhiliyenin yapmadığı tahsisleri yaptığını, Câhiliye devrinin kullandığı daire dışında istiâreler ve mecâzlar kullandığını, Kur’ân’ın, Câhiliyenin üslûbundan uzak büyüleyici bir üslûbu olduğunu ifade etmektedir. Araplar tarafından daha önce kullanılan fakat Kur’ân’ın kastettiği anlamıyla bilinmeyen bazı kelimelere Kur’ân ıstılahî anlamlar yükleyerek bu kelimelerin delâlet ettiği anlamları çoğaltmış böylece Arapçanın dil hazinesine katkıda bulunmuştur. İslâmiyetin gelişiyle yeni anlamlar kazanan kavramlardan bazıları ve anlamları şöyledir: ‘صالة‘: Sözlükte ‘dua’, ‘istiğfâr’, ‘rahmet’ ‘ta‘zîm’ anlamlarına gelen bu kelime Kur’ânı Kerîm’de doksan ayette değişik anlamlarda kullanılmış, Câhiliyedeki kullanımına ek olarak vahiy sürecinde ıstılâhî bir anlam kazanarak “tekbirle başlayıp selamla biten ve belli hareket ve sözlerden oluşan ibadet şekli” anlamında şer‘î bir mana kazanmıştır. ‘زكاة‘: Sözlükte ‘temizlik’, ‘artmak’, ‘bereketli olmak’ ‘iyi, düzgün ve verimli olmak’ anlamında kullanılan bu kelime, Kur’ân’da otuz ayette geçmekte ve temelde iki anlamda kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi “temizlik ve arınma” ikincisi ise “belirli şartları taşıyan mal sahiplerinin mallarının bir kısmını fakirlere vermesi” anlamıdır ki bu, Câhiliyede olmayan İslâm dinine has bir ibadettir. ‘صوم‘: Sözlükte ‘kendini tutmak, geri durmak’ anlamına gelen kelime, Kur’ân’da eş anlamı olan ‘صيام ‘kelimesiyle beraber on dört ayette zikredilmekte ve “mükellefin niyet ederek fecirden güneşin batımına kadar yemek, içmek ve cinsi münasebetten kendini tutması” anlamında kullanılmaktadır. ج‘: Sözlükte ‘gitmek’, ‘yönelmek’, ‘ziyaret etmek’ anlamında kullanılan bu kelime Kur’ân’da türevleriyle beraber on üç ayette geçmekte ve “Kurban Bayramı’nda Kâbe’yi usûl ve şartlarına uygun biçimde ziyaret etme” anlamına gelmektedir. ‘حج ‘kelimesi İslâm’dan önce de İslâmi anlamına yakın olarak kullanılmaktaydı. Ancak Câhiliyede ki hac hem Kâbe’yi hem de putları içine alıyordu. Kur’ân’ın nüzûlüyle bu kelime sadece Allah rızası için belli kurallar çerçevesinde, muayyen bir zamanda eda edilen farz bir ibadet olarak yeni bir anlam kazanmıştır. ‘تيمم‘: Lügatte ‘kasdetmek’, ‘yönelmek’ anlamında kullanılan kelime Kur’ân-ı Kerîm’de üç ayette zikredilmekte ve “yüzü ve elleri toprakla meshetmek” anlamında kullanılmaktadır. Câhiliye döneminde sadece sözlük anlamıyla kullanılan bu kelime, Kur’ân’la yeni bir mana kazanmıştır. ‘تقوى‘: Sözlükte ‘korumak’, ‘korunma’, ‘sakınma’, ‘korkma’ anlamındaki bu kelime Kur’ân’da 17 ayette zikredilmekte, ‘وقى ‘kökünden türetilen kelimeler ise 258 defa geçmektedir. Cürcânî, takvâ kelimesini “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır, bu da ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir.” şeklinde tarif etmektedir. ‘تقوى ‘kelimesi Câhiliyede “dünyadaki kötülüklerden korunma” anlamında kullanılırken; Kur’ân’da “Allah’ın azabından sakınma” anlamında özel bir mana kazanmıştır. ‘مغفرة‘:’ غفر ‘fiilinden türeyen bu kelime lügatte ‘örtmek’, ‘kapamak’ ‘korumak’ anlamlarına gelmekte, Kur’ân’da ise “Allah’ın, kulun günahlarını bağışlaması ve onları örtmesi, dolayısıyla kulunu azaptan (cehennemden) koruması” anlamında türevleriyle beraber üç yüzden fazla ayette kullanılmaktadır. ‘منافق‘: Bu kelimenin türediği ‘قَ َنفَ ‘kelimesi sözlükte ‘geçmek, tükenmek’ anlamlarına gelmektedir. Bir kapıdan girip diğerinden çıkmak anlamına gelen ‘اقَفِن ‘kelimesi de bu köktendir. Suyûtî, ‘قِافَمنُ ‘isminin İslâmla mana kazanan ve İslâmın ortaya koyduğu bir isim olduğunu belirtmekte, İbn Manzûr ise İslâm’dan önce bu kelimenin sadece lügat manasının kullanıldığını, “küfrünü gizleyip iman tezâhürü gösterme” manasıyla bilinmediğini zikretmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Münâfikûn’ adında müstakil bir sure bulunmakta ayrıca bu kavram yirmi yedi ayette geçmekte ve bu ayetlerin tamamında “Müslüman olmadığı halde Müslüman görünmek” manasında kullanılmaktadır. Yukarıda zikredilen kelimelerin dışında iman, ibadet, ahlak, insan davranışları ve gayb alemi gibi temel konulara ait birçok kelime Kur’ân-ı Kerîm’de ya ilk defa kullanılmış ya da önceki anlamlarıyla ilişkili olarak yeni (ıstılahî) manalar kazanmışlardır.41 Bu kelimelerden bazıları şunlardır:  Tevhîd, samed, rahmân, rahîm, rab, şerîat, resûl, nebi, kaza, kader, helâl, harâm;  Şehâdet, rükû, secde, tahâret, tesbîh, huşû, zikir, istiğfâr, kunût, ihrâm, umre;  Sabır, tevekkül, ma‘rûf, münker, hamd, şükür, kerem, delâlet, hidâyet, ism, fuhş;  Mü’min, müslim, muhsin, fâsık, kâfir, müşrik, mülhid, zâlim, fâcir;  Cennet, cehennem, kıyâmet, sûr, sâat, ba‘s, haşr, neşr, berzah, mîzân. Kur’ân’ı Kerim apaçık Arapça bir kitap olması hasebiyle Arapların daha önce kullandıkları birçok deyime yer vermiş ayrıca Arap diline yeni bazı tabir ve deyimler de kazandırmıştır.

V. Eski Arap Şiirinin Toplanması ve Hitabetin Önem Kazanması 

İslâmiyet’ten önce Arapların hayatında çok önemli yere sahip olan şiir, Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlüyle beraber bu önemini yavaş yavaş yitirmeye başlasa da Kur’ân’ın doğru okunması ve anlaşılmasını sağlamak gayesiyle ortaya çıkan özellikle lügat, sarf, nahiv, belâğat gibi dile ait ilimler eski Arap şiirinden istifade etmişler ve böylece bu eski malzemenin toplanmasını sağlamışlardır. Dil alimleri, ayetlerde geçen kelimelerin ilk anlamlarını ulaşabilmek, cümlenin öğelerini dil kurallarına göre tespit edebilmek, kelime köklerine doğru olarak ulaşabilmek ve asli anlamı dışında kullanılan kelimeleri belirlemek için şiirden istifade etmişlerdir. Ayrıca Hz. Ömer ve İbn Abbâs’tan gelen özellikle Kur’ân’da yer alan ve anlamı herkes tarafından bilinmeyen garîb kelimelerin açıklanması konusunda eski Arap şiirine müracaat edilmesi gerektiğine dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. 59 Kur’ân-ı Kerîm’e bağlı olarak başlayan İslâmî ilimler Arap dilini çok iyi bir şekilde bilme zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Kur’ân’ı doğru anlamak ve îzâh etmek maksadıyla başlayan tefsir çalışmaları, dil bilim çalışmalarını da doğurmuştur. İlk dönem müfessirleri, Kur’ân-ı Kerîm’in herkes tarafından bilinmeyen garîb lafızlarını tefsir etmek için Arap şiir ve edebiyatına müracaat etmiş, Arap dil bilimcileri de dil ve sözlük çalışmalarında Arap dilinin en güvenilir numuneleri olan şiir ve atasözlerinden yararlanma ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu durum o zamana kadar sözlü olarak gelen İslâm öncesi Arap edebiyatının (şiir ve nesrinin) derlenip yazıya aktarılmasına, Cahilî, Muhadram ve İslâmi devir şairlerine ait divanların oluşturulmasına vesile olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in Arap diline etkilerini açıklayan Corci Zeydan Kur’ân’ın lafızlara ek olarak, Arap diline ait edebi disiplinleri etkilediğini ve İslâm döneminde Müslümanların ihtiyaçlarından dolayı hitabetin şiirin önüne geçtiğini söyler. İbn Fâris de İslâmi dönemde şiirin etkisini yitirmesini Kur’ân’ın nüzûlüne bağlamıştır. Meşhur Arap şairi Lebîd b. Rebîâ’nın Bakara ve Âl-i İmrân surelerini dinledikten sonra şiir söylemeyi bıraktığı, Hz. Ali’nin de oğlunun Mudar’ın şairlerinden olduğunu söyleyen ve onu dinlemesini isteyen Ferazdak’ın babası Galib’e “Ona Kur’ân’ı öğret” şeklinde telkinde bulunduğu rivayet edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arap şiiri ve nesri üzerindeki en önemli etkisi muhteva ve üslûp yönünden olmuştur. Kur’ân’ın nüzûlünden sonra Câhiliye ruhunu ve kabile taassubunu yansıtan kaba, küfür ve saldırı içerikli ifadeler yerini İslâm ahlakına uygun düşen etkileyici ve tatlı ifadelere bırakmıştır. Kur’ân ayetlerini her alanda kendilerine düstur edinen Müslüman şair ve hatipler Kur’ân’ın veciz tabirlerinden, eşsiz üslûbundan ve edebi tasvirlerinden son derece etkilenmişler ve şiir ve hutbelerinde önceki döneme ait kelimelere yeni anlamlar yükleyen ve İslâm dinine has terimler geliştiren Kur’ân ayetlerinden bolca iktibas yapmışlardır.

VI. Arap Edebiyatında Yeni İlim Dallarının Doğmasını Sağlaması

Kur’ân-ı Kerîm’i doğru okumak, anlamak ve anlatmak amacıyla başlayan ve artarak devam eden çalışmalar sonucu, daha önce Arap dili ve edebiyatında bulunmayan birçok ilim dalı ortaya çıkmıştır. Nitekim belki de İslâm’dan önce kimsenin aklına gelmeyen lugat, sarf, nahiv, iştikâk, belâgat, kırâat gibi birçok lisanî ilim varlığını tamamen Kur’ân’a borçludur. Arap dilindeki ilk sözlük çalışmaları Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve anlamı herkes tarafından anlaşılmayan bazı kelimelerin îzâh ve şerh edilmesi gayesiyle telif edilen Garîbu’lKur’ân eserleriyle başlamış, daha sonra İslâm fetiheleriyle beraber özellikle Arap olmayan Müslümanlar arasında yaygınlaşan lahn66 hadiseleri neticesinde saf Arapçanın bozulması konusunda endişelenen dil alimleri Kur’ân dilini muhafaza etmek için bu çalışmaları devam ettirmişlerdir. Arap dilinde hatalı kullanımların hızla yayılması ve özellikle Kur’ân kırâatında da görülmeye başlanması karşısında idareciler ve dilbilimciler, fasih Arapçayı korumak amacıyla Arapçanın genel kaidelerinin tespit edilmesi başta olmak üzere çeşitli tedbirler almışlardır. Alınan bu tedbirler konuşma dilinde artan hatalı kullanımın azalması, yazı dilinin korunması ve Kur’ân'ın doğru okunup anlaşılmasında önemli bir rol oynamıştır. İslâm öncesi devirde meleke olarak şair, hatip ve ediplerde var olan belâgat ilmi de diğer edebi ilimler gibi, Kur’ân’a hizmet niyetiyle ve O’ndaki edebi sanatları ve incelikleri daha iyi anlamak maksadıyla geliştirilmiştir. Kur’ân’ı Kerim’in, Arapların bildiği nesir örneklerine de hayali unsurlar içeren, vezin ve kafiye disiplinine uymak zorunda olan şiire de benzememesi, içeriğindeki kelimelerin güçlü olması, nazmının güzelliği ve çeşitli üslûb özellikleri taşıması gibi hususlar Müslümanları Kur’ân’ın edebi yönünü incelenmeye sevk etmiş, bu da belâgat ilminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yukarıda zikrettiğimiz dil ve edebiyat ilimlerinin yanı sıra Garîbu’l-Kur’ân, Meâni’lKur’ân, İ‘râbu’l-Kur’ân, Müşkilü’l-Kur’ân, Vücûh ve Nezâir, Esbâb-ı Nüzûl, Nâsih ve Mensûh gibi Kur’ân-ı Kerîm’i farklı açılardan inceleyen ilimler ile Kırâat, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi diğer şer‘i ilimler ve daha birçok ilim dalı doğrudan ya da dolaylı olarak Kur’ân sayesinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Ayrıca bütün bu ilim dallarına ait sayısız yeni terim ve tabir kullanılmaya başlanmış, yüzlerce kitap telif edilmiştir.

VII. Arap Yazısının Gelişmesini Sağlaması

İslâm’dan önce Arabistan’ın kuzeyinde ve güneyinde Araplar tarafından kaynağı Fenike yazısı olan ve aralarında birtakım benzerlikler bulunan iki ayrı yazı kullanılıyordu. Güney Arapları tarafından kullanılan müsned adı verilen yazı zamanla kaybolmuş, onun yerini bitişik Nebat yazısından türeyen ve günümüze kadar gelen Arap yazısı (Hicâz-Şimâl yazısı) almıştır. Araplar dini ve hikemi metinlerde, ticari hesaplar, alacak verecek vesikalarında, köle mülkiyet senetlerinde, şahıslar ve kabileler arasında yapılan antlaşmalarda, emanlara dair vesikalarda, önemli durumlar için yazılmış mektuplarda, mühür ve mezar kitâbelerinde yazıyı kullanmışlardır. Ayrıca Câhiliye devrinde Arap şair ve hatiplerinin Ukaz ve Mirbed panayırlarında bir araya gelip burada şiir ve hutbelerini okudukları ve başarılı bulunan kasidelerin kumaş üzerine yazılarak Kabe’nin duvarına asıldığı rivayet edilmektedir. İslâmiyetin ilk yıllarında henüz ilkel durumda (ibtidâî ve basit bir halde) bulunan Arap yazısı Kur’ân’ın nüzulüyle beraber yepyeni bir safhaya girdi. Nitekim Alak suresinin ilk ْْلَ ْكَر ُم ayetlerinde َو َربُّ َك ا ْ َرا َ ﴿اِق . ْ م َّ ٖذى َعل َّ ِم اَل قَلَ ْ ِال ﴾ ب” Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle yazmayı öğretendir.” ayetleriyle kalemin ve yazının önemi belirtilmekte, ayrıca ماَ وَ ِم قَلَ ْ ﴿ن َوال ﴾نَ روُ طُ سْ َي” Nûn. Kaleme ve (kalemle) yazdıklarına andolsun.” ٖي َن﴾ ve َحافِ ٖظي َن. ِكَرا ًما َكاتِب ْي ُكْم لَ َواِ َّن َعلَ ﴿ “Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır.” ayetleriyle yazının ehemmiyetine işaret edilmektedir. Hz. Peygamberin inzâl olunan Kur’ân ayetlerini vahiy katiplerine yazdırması, çocuklara okuma-yazma öğretmenin önemini vurgulaması ve Bedir Gazvesi’nde esir alınan müşriklerden yazı bilenlerin, Müslümanlardan on kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığında esaretten kurtulacaklarını belirtmesi vb. uygulamalar neticesinde yazı müslümanların hayatında çok önemli bir yer almış oldu. Hz. Peygamber’in hayatında muhtelif malzemelere yazılmış olan Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Ebûbekir döneminde Zeyd b. Sabit’in başkanlığını yaptığı vahiy kâtipleri tarafından yazılanlar bir araya toplanarak kitap haline getirilmişti. Hz. Ömer dönemindeki İslâm fetihlerinden sonra özellikle yeni fethedilen bu yerlerdeki kırâat ihtilafları ve yanlış okumalar nedeniyle Kur’ân-ı Kerîm’in bozulmadan tespiti, muhafazası ve yayılması gayesiyle Hz. Osman döneminde Kur’ân yedi nüsha olarak çoğaltılmış ve çeşitli İslâm merkezlerine (Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen, Bahreyn) gönderilmişti. Böylece İslâmi dönemde kitap haline getirilen ilk metin Kur’ân-ı Kerîm oldu. Yazının ıslahı ile ilgili ilk çalışmalar Kur’ân-ı Kerîm’in kıraatında hatalı okuyuşların duyulması ve konuşmada “lahn”ın artması sebebiyle yapılmıştır. Zira Hz. Osman tarafından istinsah ettirilip mushaf haline getirilen nüshalarda harflerin nokta ve harekeleri olmadığından yanlış okumalara neden olabiliyordu. İslâmi kaynaklara göre bu konuda yapılan ilk çalışma Ebü’l Esved ed-Düelî (ö. 69/688-89) tarafından harflerin üzerine sesli harfleri göstermek için nokta konulması faaliyeti olmuştur. Ebü’l-Esved mushafa fetha için harfin üzerine, kesra için altına, zamme için de yanına/önüne bir nokta koymuş, bunların tenvinli şekillerini ise çift noktalarla göstermiştir. Ebü’l Esved’in Kur’ân tarihi ve Arap nahvi açısından büyük öneme sahip olan bu çalışmasından sonra yazının ikinci ıslah safhası yine Kur’ân’a bağlı olarak gerçekleşmiş, özellikle Irak’ta “tashîf”in artması üzerine, Nasr b. Âsım (ö. 89/707) veya Yahya b. Yâmer (ö. 129/746) (ب-ت-ث(,) ج-ح-خ(,) ر-ز (gibi şekilleri aynı olan harfleri birbirinden ayırmak için söz konusu harfleri noktalamak suretiyle bu ayrımı gerçekleştirmiştir. Bu önemli çalışmalardan sonra Halil b. Ahmed (ö. 175/791) daha önce hareke olarak kullanılan noktalar yerine, elif, (ا (vâv (و (ve yâ (ي (harflerinin küçük şekillerini kullanarak zammeyi harfin üstünde küçük vâv, kesrayı harfin altında küçük yâ, fethayı ise harfin üzerinde yana yatık elif şeklinde göstermiştir. Ayrıca hemze için ayn (ع (harfinin, şedde için de şin (ش ( harfinin baş kısımlarını kullanmıştır. Bütün bu çalışmalar, harekeler ve diğer işaretlerin ilk olarak mushaf için icat edildiğini daha sonra farklı kişiler tarafından geliştirilerek son halini aldığını göstermektedir. Arap yazısı, Kur’ân-ı Kerîm’in yazı ile tespit edilmesi, tezyin ve sanatta kullanılması sayesinde büyük bir gelişme göstermiş, kûfî, nesih, sülüs, muhakkak, reyhanî, tevki‘, rika‘, ta‘lik, divânî vb. birçok farklı yazı çeşidi ortaya çıkmışt, İslâm dininin hızla ve çok geniş bir sahada yayılmasına paralel olarak Latin yazısından sonra yeryüzünde en çok yayılmış alfabe haline gelmiştir.

SONUÇ

Kur’ân-ı Kerîm, Arap diline büyük bir canlılık ve hayatiyet kazandırarak onu bozulmaktan ve yok olmaktan korumuş, Cahiliye devrinde kısmen başlamış olan kabileler arasındaki dil birliğini en açık ve kolay lehçe olan Kureyş lehçesi etrafında tam manasıyla sağlamış, Arap yarımadasına mahsur kalan bu dilin dünyanın birçok bölgesine yayılmasını sağlamıştır. Kur’ân, daha önce kullanılan bazı kelimelere ıstılahî anlamlar yükleyerek bu kelimelerin delâlet ettiği anlamları çoğaltmış, Arap diline yeni bazı tabir ve deyimler kazandırmış ayrıca iman, ibadet, ahlak, insan davranışları ve gayb alemi gibi temel konulara ait birçok kelimeyi ilk defa kullanmak suretiyle Arapçanın dil hazinesine katkıda bulunmuştur. Kur’an-ı Kerim, eski Arap şiirinin ve nesrinin toplanarak muhafaza edilmesine vesile olmuş, İslâmi dönemde hitabet önem kazanarak şiirin önüne geçmiştir. Cahiliye döneminde şiir ve nesirde kullanılan çirkin ve kaba ifadeler yerini Kur’ân’ın etkileyici ve tatlı üslûbuna bırakmış, Müslüman şair ve hatipler şiir ve hitâbelerinde Kur’ân ayetlerinden iktibaslar yapmışlardır. Kur’ân lafızlarının manalarını tespit etmek, dil kurallarını belirlemek ve edebi sanatları ve incelikleri daha iyi anlamak maksadıyla lügat, sarf, nahiv ve belâgat gibi ilim dalları ortaya çıkmış ayrıca ilahî vahyi en doğru şekilde anlama gayretleri neticesinde Kur’ân merkezli birçok ilim dalı doğmuş ve bu alanlara ait sayısız eser kaleme alınmıştır. İslâmiyet’in ilk yıllarında henüz ilkel durumda bulunan Arap yazısı Kur’ân’ın ve Hz. Peygamberin yazıya verdiği önem sayesinde kısa sürede büyük bir gelişime mazhar olmuş, zamanla birçok farklı yazı türü ortaya çıkmış ve İslâm’ın yayıldığı geniş coğrafyada Müslümanlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0