İstanbul Kadı Sicillerine Göre Osmanlı Döneminde Muhâlea Uygulamaları

Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Ateş 2024-10-07

İstanbul Kadı Sicillerine Göre Osmanlı Döneminde Muhâlea Uygulamaları

Öz

İslâm dini, Müslümanların mutlu ve sağlıklı bir aile ortamı kurmalarını istemekte ve evlilik birliğinin devamına büyük önem vermektedir. Fakat taraflar arasında ortaya çıkabilecek bazı anlaşmazlıklar ve beklenmeyen çeşitli durumlar, aile birliğinin sona ermesini gerektirebilir. İslam aile hukukuna göre talak, tefrik ve muhâlea gibi yöntemlerle evlilik bağı sonlandırılabilir. İslâm aile hukukunda kadının kocasına belirli bir bedel vermesi karşılığında ondan anlaşmalı bir şekilde boşanmasına muhâlea akdi denilmektedir. İslâm’ın ilk yıllarından itibaren uygulanan bu yöntem, Osmanlı Devleti’nde dahi Müslümanların sıklıkla tercih ettiği boşanma çeşitlerinden biridir. Araştırmamızda h. 956-963 / m. 1549-1559 tarihi ile h. 1273-1274 / m. 1857 tarihi arasındaki sicil kayıtlarında yer alan ve muhâlea akdiyle alakalı İstanbul’da sur içinde ve bilâd-ı selâsede (Galata, Üsküdar, Eyüp) görülen davaları kapsayan muhâlea ile alakalı bin dört yüz yetmiş dört dava incelenmiştir. Araştırmada İSAM, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ ve Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi ortaklığıyla Mehmet Âkif Aydın’ın yönetiminde 100 cilt olarak hazırlanan İstanbul Kadı Sicilleri projesi veri tabanı kullanılmıştır. İstanbul kadı sicillerinde yer alan muhâlea ile alakalı pek çok örnek; muhâlea akdinin kurulması, sebepleri, muhâleada bedel, muhâleanın neticeleri, muhâlea sonucunda oluşan nizâ sebebiyle görülen davalar ve gayrimüslimlerle alakalı davalar başlıkları altında tasnif edilerek incelenmiş ve konuya dair değerlendirmeler yapılmıştır. Böylece İstanbul kadı sicillerinden hareketle Osmanlı dönemi muhâlea uygulamaları ve muhâlea ile alakalı meseleler genel hatlarıyla tespit edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca bu çalışmada, hukukî açıdan Hanefî mezhebini benimseyen Osmanlı’daki muhâlea uygulamalarının teori ve pratik açıdan incelenmesi hedeflenmiştir.

Giriş

Hul‘ kelimesi Arapça (ع ل خ ( kökünden türemiş olup sözlükte, “izâle etmek, soymak, çıkarmak” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “…onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...” ayeti ile eşlerin birbirlerine birer elbise olduğu belirtilmiş, hul‘ kelimesi de bu elbisenin çıkarılması yani eşlerin birbirinden ayrılması, evlilik birliğinin sonlandırılması manasında kullanılmıştır. Istılahta ise hul‘, “kadının belirli miktarda bir bedel vermesine ya da mevcut borcunu silmesine karşılık kocasının ayrılmaya rıza göstermesi ile evlilik bağından kurtulması, başka bir ifade ile erkeğin kendisine yapılan ayrılık teklifini kabulüyle kendisinden alacağı bir bedel veya karısına olan borcunun silinmesi mukabilinde karısını boşamaya razı olmasıdır.” Karşılıklı anlaşmanın esas olması hasebiyle müfâ‘ale babından türetilmiş olan muhâlea kelimesi de hul‘ ile aynı anlamda kullanılmakta olup bu iki sözcük ayet ve hadislerde yer almamaktadır. Muhâleanın meşruluğu Kur’ân-ı Kerîm, hadis-i şerifler ve sahabe uygulamalarına dayandırılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de, kadının Allah’ın koyduğu hudutları çiğnemekten korktuğunda kocasına verdiği fidyeye mukabil kendisini boşatmasında bir sakınca bulunmadığı ifade edilmektedir. Ayette zikri geçen fidye, kadının çektiği sıkıntının sona ermesini sağlayacak olan bir bedeldir. Ancak kocanın verdiği mehri geri alabilmek için karısına baskı yapması ve şiddet uygulaması sonucunda kadını boşanma talebine mecbur bırakmasıyla meydana gelecek olan muhâlea batıl olur. Hz. Peygamber (sav) döneminde sahabeden Sâbit b. Kays (öl. ?) ile karısı arasında yaşanan olay fukaha tarafından muhâleanın meşruiyeti konusunda delil olarak gösterilmektedir. Sâbit b. Kays’ın karısı Hz. Peygamber’e (sav) gelip kocasından boşanmak istediğini söyleyince, Hz. Peygamber (sav) ona mehir olarak aldığı bahçeyi geri verebilip veremeyeceğini sormuş, o da geri verebileceğini söyleyince Sâbit b. Kays’a “bahçeni al ve onu bir talakla boşa” demiştir. Hz. Peygamber’den (sav) sonra dört halife döneminde ve sonrasında da muhâlea ile boşanma uygulamalarına rastlanmaktadır. Hz. Osman (öl. 35/656) (ra) döneminde, Muavvez b. Afrâ’nın kızı Rubeyyi‘ amcasıyla beraber Abdullah b. Ömer’e (öl. 73/693) gelerek ona kocasından muhâlea ile boşandığını söylemiştir. Hz. Osman bu haberi duymasına karşın herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Konuyla alakalı başka bir örnek ise, Hz. Ömer (öl. 23/644) (ra) ile ilgili bir rivayette geçmektedir. Kocasından boşanmak istediğini söyleyen bir kadına Hz. Ömer, ayrılmaması tavsiyesinde bulunmuştur. Kadın boşanmada ısrarcı olunca onu bir kadın için pek uygun olmayan bir yerde üç gün boyunca hapsetmiştir. Üç gün sonra kadına halini sorunca, “vallahi burası bana bir rahatlıktı” cevabını alan Hz. Ömer kadının kocasına onu, karşılığında bir saç bağı bile alsa boşamasını emretmiştir. Osmanlı hukuku incelendiğinde muhâleanın sık rastlanan bir boşanma şekli olduğu görülmektedir. En çok başvurulan muhâlea türü, kadınların mehr-i müecceli, iddet nafakası ve meûnet-i süknâsı yani iddeti esnasındaki kalacak yerinin masrafı mukabilinde gerçekleştirilen şeklidir. Aslında nikâh ve talâkta olduğu gibi kadı huzurunda gerçekleştirilme şartı olmasa da kadınların tekrar evlenebilmesi, erkeklerin de ileride kadınlar tarafından gelebilecek mehir ve nafaka talebinin önüne geçmesi açısından muhâleanın kadı sicilleri ile tescil edildiği düşünülmektedir.

1. Muhâlea Akdinin Kurulması

Hanefî mezhebine göre muhâlea akdinin rüknü, icap ve kabulden oluşmaktadır. Hanefilere göre muhâlea akdindeki icap ve kabul; hul‘ lafzıyla ve türevleriyle, bir bedel zikredilmek suretiyle yapılan alım-satım ve talâk ifade eden lafızlarla veya Arapça haricindeki dillerde muhâlea manası taşıyan kelimelerle yapılabilir. İncelenen sicil kayıtlarında mahkemeye bildiri olarak kayda geçen davaların haricinde tüm davalarda icap ve kabul taraflarca açıkça ifade edilmiştir. Konuyla ilgili bir davada Fâtıma Hatun, iki bin akçe mehr-i müecceli ve iddet nafakası mukabilinde ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olacak şekilde bedel belirleyerek eşi el-Hâc Mehmed ile muhâlea yoluyla ayrılmak istediğini ifade etmiş, eşinin de bu talebi kabul ettiği “ol dahi hul‘-ı mezbûru kabul eyledikten sonra” şeklinde belirtilmiştir. Yine incelenen sicillerde muhâlea akdinden bahsedilirken hul‘ ve muhâlea lafızları kullanılmıştır. Bu akdin hukuka uygunluğu kadı sicillerinde muhâle‘a-i sahîha-i şer‘iyye ifadesiyle belirtilmiştir. İcâbın erkek veya kadın tarafından ortaya konulmasına göre mahiyeti değişmektedir. Erkeğin icabıyla gerçekleşen muhâlea yemin niteliği taşır. Bunun sebebi, kocanın kendisine tanınmış olan talâk hakkını, muhâlea maksadıyla icapta bulunmasıyla kadının kabulü şartına bağlamış olmasıdır. Erkek için yemin ile benzerlik gösteren muhâleanın önemli neticeleri oluşmaktadır. Şöyle ki, yeminden dönmek nasıl ki câiz değilse erkeğin kadının kabulünden evvel icaptan dönmesi de câiz görülmemektedir. Başka bir netice ise, erkek icapta bulunduğu meclisten ayrılsa bile icabı bâtıl olmamakla birlikte, kadın da aynı mecliste bulunduğu sürece kabulde bulunabilmektedir. Kadın aynı mecliste bulunmasa da erkek icapta bulunabilmekte ve icabı öğrenen kadın kendi meclisinde kabulü gerçekleştirebilmektedir. Yemin gibi muhâlea da erkek tarafından bir şart veya zamana bağlanabilmekte, belirlenmiş şart gerçekleşince veya zaman gelince erkek için icap gerçekleşmiş olmaktadır. Bununla beraber erkeğin icabı kendisi açısından kadının kabulüne ya da reddine kadar bağlayıcı olmaktadır. Çünkü erkeğin kendisine muhayyerlik şartı koyması caiz görülmemektedir. Kadın tarafından gerçekleştirilen icapta ise muhâlea, akit çeşitleri içinde muâvazaya benzetilmektedir. Çünkü kadın kendisinden boşanması için kocasına ivaz yani bir bedel vermekle yükümlüdür. Fakat erkek açısından bir alacak meydana gelip kadın için bu imkân olmadığından ötürü muhâlea tam anlamıyla bir muâvaza olmayıp teberru özelliği de taşımaktadır. Burada kadın kocasına ödediği bedel mukabilinde evliliği sonlandırmış olsa da nikâh ile erkeğin hak kazandığı evlilik ilişkisini helal kılan milk-i mut‘anın aksine muhâlea mütekavvim olarak değerlendirilmemektedir. Yani nikâhtaki mehirle muhâleadaki bedel birbirinden ayrılmaktadır. İncelediğimiz sicillerde icabın yani muhâlea teklifinin genellikle kadından geldiği görülmektedir. Konuyla alakalı örnek teşkil edecek olan bir davada Hanife Hatun’un, aralarında geçimsizlik olması sebebiyle eşi Mustafa ile hul‘ yapmak için talepte bulunduğu “hul‘a tâlibe olduğum ecilden” ifadesiyle zikredilmektedir. Muhâlea akdinin gerçekleştirildiği meclisin hukukî kurallara uygun ve gelebilecek her türlü tahriften korunmuş bir meclis olduğu bazı davalar için “tağyir ve tahriften korunmuş olan meclis-i şer‘-i şerîf ve mahfil-i dîn-i münîfte” şeklinde ifade edilmektedir. İcapta bulunan kadın, erkek kabulde bulunmadan önce isterse icabından dönebilmektedir. Yine erkeğin kabulünden evvel kadın bulunmuş olduğu meclisten ayrılırsa meclis birliği şartının ihlalinden dolayı icap düşmüş olur. İncelenen sicillerde böyle bir davaya rastlanmamıştır. Muhâleanın gerçekleşmesi için talâkta da olduğu gibi hâkimin hükmüne gerek yoktur. Ancak muhâleaların titizlikle kayda geçirilmesi erkeklerin ileride kadınlardan gelebilecek nafaka ve mehir talebinin önüne geçmeleri, kadınların ise ileride yapabilecekleri yeni bir evlilikte problem ortaya çıkmaması açısından önem taşımaktadır. Yapılan muhâleanın mahkemeye tescil ettirilmesine dair bir örnekte Emine Hatun eşi Süleyman Beşe’den muhâlea ile ayrılmayı talep etmiş, Süleyman Beşe de nikâhta belirlenen bin üç yüz akçe mehri, iddet nafakası ve meûnet-i süknâsı Emine Hatun’a ait olmak üzere eşiyle hul‘ yapmayı kabul ettiğini mahkemeye bildirmiştir. İncelenen muhâlea davalarında genellikle adı geçen tarafların yaşadığı semtler belirtilmekte ve yine tarafların bu semtlerde yaşayan kişiler tarafından tanınan kimseler oldukları ifade edilmektedir. Şahitlerin zikredilmesi ile genellikle kadınların kimliklerinin doğrulanması sağlanmaktadır. Konuyla alakalı bir davada Galata semtinin Tophâne mahallelerinden biri olan Hendek mahallesinde yaşayan İsmail ve Abdülbâki adlı kişilerin tarifiyle bilinen Sâliha isimli hatunun eşi Sâlih Çelebi’den muhâlea ile ayrıldığı görülmektedir. Davada kadının yaşadığı semt belirtilmekte ve şahitler ile kimliği doğrulanmaktadır.

2. Muhâlea Akdinin Sebepleri

Muhâlea ile ayrılık çeşitli sebeplerle gerçekleştirilebilir. İncelenen sicillerde her davada sebep belirtilmediği görülmektedir, bununla birlikte ayrılma sebebinin zikredildiği davalar da mevcuttur. Erken tarihli davaların çoğunda muhâleanın sebebine değinilmemekle beraber 1700’lü yıllarda görülen davalarda eşler arasındaki geçimsizlik ve anlaşmazlıktan yüzeysel olarak bahsedilmiştir. Konuyla alakalı bir davada Hanife Hatun, eşi Mehmed Beşe ile aralarında geçimsizlik olduğunu “beynimizde hüsnü zindegânemiz olmamağla” şeklinde ifade ederek ayrılık talebini dile getirmiştir. Bu ifade dışında muhâlea yapmalarının farklı bir sebebi olduğuna dair bir ayrıntı verilmemiştir. Bazı davalarda “hüsn-i zindegâni” ifadesi ile aynı manaya gelen “hüsni muâşeret” ve “hüsn-i imtizâc” ifadeleri de kullanılmıştır. Bunun haricinde eşler arasındaki geçimsizliğin daha şedîd bir hal aldığı hissedilen davalardan birinde ise “mezbûre Rukiye ile mezbûr Ahmed Ağa beynlerinde münâferet ve şikâk vâki‘ olmağla…” gibi bir ifadeyle karşılaşılmaktadır. Sözü geçen örnekte Rukiye ile Ahmed Ağa’nın arasında karşılıklı nefret ve anlaşmazlık vuku bulduğu belirtilmektedir. Bu ifadeler örnek olarak verdiğimiz bu dava haricinde farklı bazı davalarda da kullanılmıştır. Geçimsizlik haricinde incelediğimiz sicil kayıtlarında muhâlea ya da muhâlea talebi sebebinin daha özel olarak ifade edildiği farklı davalar da bulunmaktadır. Bunlardan birinde Saide Hanım ilk eşi olan Mehmed Beyefendi ile muhâlea yoluyla ayrılmış, bu evliliğinden hamile olmadığını belirtmekle beraber iddet müddeti tamamlanmadan sahih olacağı zannıyla Ali Ağa ile bir evlilik yaparak zevciyyet hayatı yaşamıştır. Fakat iddet müddeti tamamlanmadan yaptığı bu evliliğin şer‘î olarak bâtıl olması sebebiyle tefrik talebinde bulunarak mahkemeye başvurmuştur. Mahkeme tarafından, bu evliliğin şer‘an bâtıl olduğu ifade edilerek Saide Hanım ile Ali Ağa’nın evliliklerine son verilmiştir. Burada Saide Hanım’ın ikinci evliliğinin bitiş sebebi hul‘ yoluyla bitirdiği ilk evliliğinin gerektirdiği şer‘i kuralların yerine getirilmemiş olmasıdır. Diğer bir davada ise, Fâtıma Hatun gece yatağında uyurken kocası el-Hâc Sâlim’in iki eliyle boğazını sıktığını, ağzından ve burnundan kan geldiğini, anne, babasının feryatları duyup gelmesiyle kocasının elinden kurtulabildiğini ve can güvenliğinin olmadığını, bu sebeple muhâlea yoluyla ayrılmak istediğini ifade etmiştir. Bir diğer örnekte ise, Mehmed dört ay önce belirli bir mehir mukabilinde Havva ile nikâh akdi gerçekleştirmiş, zevciyyet hayatı yaşadıktan sonra onu İstanbul’a getirmiş, hür bir kadın olan karısı Havva’yı Yusuf’a yüz altmış kuruşa satmıştır. Havva da bu durumu mahkemeye dava açarak bildirmiş, şikâyetini ifade ederek kocası Mehmed’den muhâlea ile ayrılmayı talep etmiştir. Sonuç olarak Havva ve Mehmed’in evlilik bağı sona ermiş ve hür bir kadını sattığı için Mehmed tazir cezasına çarptırılmıştır. Başka bir davada ilk evliliğini Handan Bey ile yapan ve zevciyyet hayatı yaşayan Hatice Hatun, Macar seferine katılıp orada esir düşen kocasının ölüm haberi gelince ikinci evliliğini Ahmed Ağa ile gerçekleştirmiştir. Ahmed Ağa’nın da vefatı üzerine iddet müddeti sona erince üçüncü olarak Odabaşı Mustafa Beşe b. Hüseyin ile evlenmiş ve zevciyyet hayatı yaşamıştır. Bu sırada ilk eşi Handan Bey’in ölmediği ortaya çıkmış ve Handan Bey, Hatice Hatun’un kendi  karısı olduğunu şahitler ile ispat ederek dava açmıştır. Sonuç olarak Hatice Hatun ve Handan Bey muhâlea yoluyla birbirlerinden ayrılmışlardır.

3. Muhâleada Vekâlet ve Velâyet

Muhâlea yoluyla yapılan boşanmalarda vekâlet ile kadın veya erkeğin eşinden boşanması Hanefî mezhebine göre sahihtir. Kadın, hul‘a talip olma, boşama ve bedelin belirlenip teslimi ile alakalı vekâlet verebilirken erkek, bedelin şart koşulması, bedeli teslim alma ve hul‘ü gerçekleştirme işlemleriyle alakalı olarak vekâlet verebilmektedir. İstanbul kadı sicillerindeki vekâletli davalarda muhâlea için sadece kadının vekilinin olduğu davalar bulunduğu gibi, sadece erkeğin veya her iki tarafın da vekili bulunan davalara da rastlanmaktadır. Çalışmamızda vekâletli hul‘ ile alakalı toplam iki yüz dokuz dava tespit edilmiş olup bunlardan yüz elli beş tanesi kadının vekilinin olduğu, otuz yedisi erkeğin vekilinin olduğu, on altısı ise her iki tarafın da vekilinin bulunduğu davalardır. Kadının vekili, on beş davada babası, dört davada annesi, iki davada erkek kardeşi, bir davada kız kardeşi, bir davada ise üvey babası olmuştur. Erkeğin vekili ise bir davada annesi olmuştur. Vekiller sadece kadın veya erkek tarafından belirlenebildiği gibi bunlarla beraber anne, baba ve akrabaları tarafından da belirlenebilmekteydi. Örneğin muhâlea yapan Ümmügülsüm Hatun’un vekili, kendisi ve kardeşi tarafından belirlenen Mustafa b. Mehmed’dir. Ayrıca vekâletin hukuka uygun olduğunun şahitler huzurunda sabit olması gerekmektedir. Vekâletli davaların tümünde vekâletin hukuka uygunluğundan bahsedilmektedir. Erkeğin vekilinin olduğu bir muhâleanın taraflarından biri olan İslâm b. Hasan, eşi Hafize bt. Hasan’dan ayrılmak için vekil olarak Mustafa Ağa b. Süleyman’ı belirlemiştir. İlgili sicilde erkek tarafından vekil tutulduğu orijinal metnin yanında bulunan “Muhâlea vekâleten min tarafi’z-zevc” ifadesiyle belirtilmiştir. Ayrıca bazı davalarda da “hul‘ bi’l- vekâle” ve “bi’lvekâle hul‘” ifadeleri kullanılmıştır. Muhâleada vekâlet ile ilgili vekil belirlendiğini ispat etmek maksadıyla “tevkîlini isbât” ile alakalı bir davada es-Seyyid Hüseyin’in, Ahmed adlı kişiyi eşi Habibe Hatun’dan muhâlea ile ayrılmak için vekil belirlediğinin ispatı ele alınmıştır. es-Seyyid Hüseyin, Ahmed adlı kişiyi vekil olarak belirlediğini kabul etmemiş, muhâleanın geçersiz olduğunu iddia ederek eşinin zevciyyet muamelesinde bulunması için mahkeme tarafından uyarılmasını talep etmiştir. Fakat hul‘ ile ayrıldığı eşi Habibe, es-Seyyid Hüseyin’in Ahmed adlı kişiyi muhâlea için vekil tuttuğunu iddia etmiş ve şahitler aracılığıyla bu iddiasını ispat etmiştir. Bu sebeple es-Seyyid Hüseyin’in zevciyyet muamelesi talebi mahkemece bertaraf edilmiştir. Muhâleada erkek için aranan ehliyet şartları, talâk için de gerekli olan âkil ve bâliğ olmaktır. Âkil-bâliğ olmanın yanı sıra muhâleanın ne anlama geldiğini bilmek ve muhâleanın teberru niteliği taşıması sebebiyle kendi malı üzerinde tasarruf ve teberru ehliyetine sahip olmak da kadın için gerekli ehliyet şartlarıdır. İncelenen davalarda âkil olmayan yani taraflardan birinin herhangi bir zihinsel rahatsızlığının olduğu belirtilmiş bir davaya rastlanmamıştır. Teberru niteliğinde olmasından dolayı muhâleanın kadın açısından doğurduğu bir diğer sonuç ise velisinin buluğa ermeyen kızı adına yaptığı muhâleanın hükümleri ile ilgilidir. Bu konuyla alakalı olarak küçüğün malının teberru‘ kabul etmemesi ve bu durumda velisinin bu mal üzerinde velâyetinin geçerli olmamasından dolayı kızın herhangi bir borca girmemiş olduğu kabul edilmektedir. Fakat kızın velisi kabul ettiği ve muhâlea akdi de bu veli kabulüne bağlandığı için kızın herhangi bir bedel ödemesi gerekmese de talâk gerçekleşmiş olur. Bu durumda talâkın gerçekleşemeyeceği şeklinde bir görüşün varlığından bahsedilse de mûteber görüş bu şekildedir. Velisi küçük kızı adına muhâlea yapacağını söyler ve beraberinde bedeli kendisi ödeyeceğini ifade ederse talâk gerçekleşerek velinin bedeli ödemesi gerekliliği ortaya çıkar. Bu durum kıza ödenmesi gereken mehirden herhangi bir miktarı eksiltmez. Velisi, muhâlea bedelini kızının ödemesi şartıyla onun adına muhâlea akdi gerçekleştirse, bu akit kızın onayına bağlı şekilde mevkûf olur. Bâliğ olduktan sonra kızın bu akdi kabul etmesi durumunda ise talâk gerçekleşir, ancak kızın bedel ödemesi gerekmez. Muhâleada velâyet durumunda veliye bedeli kendi malından ödemesi yani zâmin ve kefil olması şartı koşulmuştur. Muhâleada velâyetle alakalı bir davada, henüz buluğ çağına ulaşmamış olan Hatice isimli küçük kızın babası es-Seyyid Mehmed b. İsa ona muhâleada velâyet ederek eşinden boşanmasını sağlamıştır. Kızı ve damadı Mustafa arasında geçimsizlik olduğunu belirten es-Seyyid Mehmed Bey iki bin dört yüz akçe mehri, iddet nafakası ve damadına bedeli hul‘ olarak verdiği iki tuç asahan, bir yemeni yorgan, bir minder ve iki yastık mukabilinde velayetle kızının muhâlea ile boşanmasını gerçekleştirmiştir. Kızı Hatice buluğa erdikten sonra mehrine veya diğer haklarına dair eski eşi Mustafa’dan herhangi bir şey ister, dava eder ya da alırsa aldığı şeye es-Seyyid Mehmed Bey kefil olmuştur ve aldığı şeyi tazminle yükümlüdür. Muhâleada velâyeti annenin üstlendiği bir davada ise, Saliha Hatun henüz buluğ çağına ulaşmamış olan küçük kızı Ümmügülsüm adına velâyette bulunmuş, mehrinden vazgeçip iddet nafakası ve meûnet-i süknâsı da kendine ait olmak üzere damadı Süleyman ile kızını muhâlea yoluyla boşamıştır. Kızı Ümmügülsüm buluğa erdikten sonra mehriyle alakalı talepte bulunup dava açarak mehrini almaya teşebbüs ederse annesi Saliha Hatun bu miktara zâmin ve kefil olmuştur. Yani kızı bu mehri alırsa Saliha Hatun bu meblağı kendi malından tazmin edecektir.50 İstanbul kadı sicillerinde tek bir davada küçük yaştaki erkek çocuğunun ayrılması için vasîsi olan annesinin hul‘ yaptığına rastlamaktayız. Âişe Hatun küçük yaştaki oğlu İsmail’in eşi Fâtıma’dan muhâlea ile ayrılmasında ona vasî olmuş, Fâtıma beş yüz akçe mehirden fâriğa olup iddet nafakası ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olacak şekilde annesinin velâyet ettiği İsmail’den ayrılmıştır.

4. Muhâleada Bedel

slâm hukukunda kadının kocasından boşanması karşılığında ona verdiği belirli meblağ anlamına gelen bedel, nikâh akdi sonucunda kadının hak ettiği veya aldığı mehir olabileceği gibi önceden biriken nafaka alacağı, iddet nafakası, mehir olarak verilebilecek mal ve menfaatlerden de oluşabilmektedir. Ayrıca alım satımı meşru olup maddi değer taşıyan menkul veya gayrımenkul mallar ve menfaatler de bedel niteliği taşımaktadır.

4.1 Mehir ve İddet Nafakası

Mehir, muhâleada bedel olarak kadın tarafından vazgeçilen, geri verilen ya da hiç alınmayan unsurların başında gelmektedir. İncelenen sicillerde mehir miktarları sicillere ve yıllara göre akçe veya kuruş olarak değişiklik göstermektedir. Akçe olarak belirlenen en az miktar iki akçe, en fazla miktar ise yüz yirmi bin akçe olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuruş olarak ise en düşük miktar beş kuruş, en yüksek miktar ise iki bin sekiz yüz elli kuruş olarak kayıtlara geçmiştir. Beş kuruş mehir belirlenen davalar birden fazla olmakla birlikte sözü geçen diğer miktarlara ait sadece birer dava bulunmaktadır. Diğer davalarda ise mehir miktarının, bahsi geçen bu asgari ve azami miktar aralıkları arasında yer aldığı yüzlerce kayıt bulunmaktadır. Bazı davalarda ise, mehir miktarları belirtilmemiştir. Mehir miktarının belirtilmediği davalardan birinde Şahnisa bt. İbrahim adlı kadının eşi İsmail b. Hasan’dan mehri ve iddet nafakası mukabilinde hul‘ ile ayrıldığı ifade edilmiş, ancak mehrin miktarı hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. İncelenen davaların büyük çoğunluğunda kadının mehir ve iddet nafakasından fâriğa olup meûnet-i süknânın kadına ait olduğu görülmektedir. Bu davalardan birinde kadın muhâleaya talip olmuş on iki bin altı yüz akçe mehrinden ve iddet nafakasından vazgeçmiştir. Yani bedel olarak eşine vermişse ya da öncesinde mehrini almamışsa bundan sonra da istememeyi kabul etmiş ve ayrıca meûnet-i süknâsı kendisine ait olacak şekilde hul‘ yoluyla eşinden ayrılmıştır. Bazı davalarda ise mehrin bir kısmının kadına verildiği ve kalanı üzerine hul‘ yapıldığı görülmektedir. Bu davalardan birinde eşi, Ayşe isimli kadına yirmi beş bin akçelik mehrinin on bin akçesini teslim ettikten sonra kalan on beş bin akçe mehr-i müecceli ve iddet nafakası üzerine onunla muhâlea yapmıştır. Mehrin hul‘ bedelinin dışında bırakıldığı bazı davalar da bulunmaktadır. Rukiye isimli kadının dört bin akça mehr-i müeccelinin tamamını alıp kabzettikten sonra belirlenmiş iddet nafakası ve meûnet-i süknâsından vazgeçerek muhâlea yoluyla eşi Ebûbekir’den boşandığı dava bunun bir örneğidir.60 Bazı davalarda kadının mehri karşılığında yiyecek maddesi ya da farklı şeyler aldığı görülmektedir. Zamarina bt. Abdullah isimli kadın üç yüz akçe mehri mukabilinde eşi Şahin’den on çeki un, bir keyl pirinç, bir keyl mercimek ve beş vakiyye sabun alarak iddet nafakası ve meûneti süknâsı üzerine hul‘ yapmıştır.61 Kayıtlarda yer alan bazı davalarda ise kadınlar, mehirleri karşılığında cariyeler almıştır. Mesela bir davada, Mihrişah Hanım, eşi Kefe Defterdarı Mahmut Çavuş’tan vekâletli bir şekilde mehrinden eşinin zimmetindeki kırk bin akçe karşılığında iki cariye alıp iddet nafakası üzerine muhâlea yaparak ayrılmıştır. İncelediğimiz davaların pek çoğunda mehr-i müeccel karşılığında muhâlea yapıldığı görülmektedir. Ancak birkaç sicildeki davaların tamamına yakınında mehr-i muaccel ve mehri müeccel birlikte zikredilmiştir. Taraflardan kadının, beş yüz kuruş mehr-i muacceli ve beş yüz bir kuruş mehr-i müecceli olmak üzere toplamda bin bir kuruş mehri ve iddet nafakası üzerine, meûnet-i süknâsı kendisine ait olması mukabilinde eşi es-Seyyid Raif ile muhâlea yaptığı dava bu durumun örneklerinden birini teşkil etmektedir. Muhâleada bedelle alakalı başka bir konu ise evlilik akdi gerçekleşmiş olmasına rağmen eşler arasında zevciyyet hayatı yaşanmamış olmasıdır. Bu durumda kadın mehrin tamamı değil de yarısı üzerinden hul‘ yapma hakkına sahiptir. Bu durumun bir örneği olarak bir sicilin orijinal nüshasında davanın yanı başında “kable’d-duhûl muhâlea” şeklinde bir kayıt bulunan bir davada, Hanife Hatun eşi Ahmed Beşe ile anlaşmazlık yaşamış, cinsel birlikteliğin gerçekleşmemiş olması sebebiyle beş bin akçe mehrinin yarısı olan iki bin beş yüz akçe üzerine muhâlea yapmıştır.

4.2 Bedel-i Hul

Çalışmamızda incelenen davaların bazılarında muhâlea talep eden kadınların mehir ve iddet nafakalarından fâriğa olmalarının yanı sıra eşlerine hul‘ bedeli verdikleri de görülmektedir. Bu bedel bazı davalarda sadece akçe ya da kuruş, bazılarında bunların yanında eşya, bazılarında sadece eşya, bazılarında da bu eşyalarla birlikte cariyeler olabilmektedir. Bu davalardan birinde Hatice Hatun’un, eşi Mustafa ile aralarında geçim ve uzlaşma olmadığını ifade ederek dört bin akçe mehri ve iddet nafakasından vazgeçmekle kalmayıp eşine hul‘ bedeli olarak bin akçenin yanında hamam rahtı, ferace, arakiye ve sedefkâri ayna vererek ondan muhâlea ile ayrıldığı görülmektedir. Hul‘ bedeli olarak paranın yanında cariye verilen vekâletli bir davada da Ayşe Hatun eşi Mehmed Beşe’den bin iki yüz akçe mehri ve iddet nafakası karşılığında ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olmak üzere muhâlea ile ayrılmıştır. Bunlara ek olarak Goncefem ve Laletâb isimli iki cariye, on altı miskal değerinde bir çift altın bilezik, on iki miskal değerinde dokuz altın düğmeyi bedel-i hul‘ olarak Mehmed Beşe’ye teslim etmiştir. Burada kısaca iki örneğine değindiğimiz bedel-i hul‘ ile alakalı davalara dair incelediğimiz sicillerde çok fazla örnek bulunmaktadır.

4.3 İbrâ

Lügatte “arınmak, aklamak, temize çıkarmak, yükümlülükten kurtarmak” manalarına gelen ibrâ kelimesi fıkhî bir terim olarak, kişinin başka bir kimsenin zimmetinde veya nezdinde olan hakkından karşılıksız bir şekilde vazgeçmesi anlamındaki işlemi ifade etmektedir. Muhâleada ibrâ ile alakalı davalarda incelenen kayıtlarda farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Muhâleayı iki tarafın da kabul etmesinden sonra taraflar ibrâ ettikleri unsurları dile getirmişler, hâkimler de bunları sicillere işlemiştir. Davaların çoğunda eşler birbirlerine karşı olan özellikle evliliğe dair bütün haklardan karşılıklı olarak ibrâ etmişlerdir. Bu davalardan biri şu şekildedir: Ümmügülsüm Hatun eşi Molla Mehmed’den muhâlea ile ayrıldıktan ve Molla Mehmed de kabul ettikten sonra Ümmügülsüm evlilik hukukuna ve evliliğin başladığı tarihten davanın görüldüğü tarihe kadar aralarında geçen tüm davalardan, karşılıklı taleplerden, yeminlerden ve husumetlerden Molla Mehmed’in zimmetini ibrâ ve ıskât etmiş, Molla Mehmed de Ümmügülsüm’ün zimmetini ibrâ ve ıskât ederek karşılıklı ibrâlaşma gerçekleştirmişlerdir.

4.4 Bedel Olarak Çocukların Bakımı

Muhâlea bedeli başlığı altında ayrılan çiftlerin çocuklarının bakımı ile alakalı durumları da ele almak mümkündür. İncelediğimiz sicillerde çocukların bahsinin geçtiği çok fazla sayıda davaya rastlanmıştır. Genel olarak belli bir yaşa gelene kadar çocukların bakımını anneleri üstlenmiştir. Bazı davalarda ise anneler kendi rızalarıyla çocuklarını babalarına teslim etmişlerdir. Ayrıca hamile olarak hul‘ yapan kadınların durumları ve şartları da davalara konu olan başlıklar altındadır. İncelediğimiz kayıtlarda anneleri, çocuklara belli bir yaşa kadar bakmayı taahhüt etmiştir. Fakat tüm davalarda aynı yaş söz konusu değildir. Ancak genellikle annelerinin çocuklarına hidâne hakkı tamamlanıncaya kadar ya da yedi ve dokuz yaşını tamamlayana değin bakmak üzere muhâlea yaptıkları görülmektedir. İstisnalar olmakla birlikte erkek çocuklara yedi, kız çocuklara dokuz yaşını tamamlayıncaya kadar annelerinin kendi mallarından baktığı görülmektedir. Sicillerde annelerinin yanında yaşayacak olan çocukları incelediğimizde en yüksek on beş seneyi tamamlayıncaya kadar annesinin bakımında olan tek bir davaya rastlanmıştır. Bu yaş, sicillerde yer alan en büyük yaştır. Söz konusu davada Handan Hatun eşi Hüseyin Ağa’dan muhâlea ile ayrılmış, kızı Aişe’ye on beş sene tamamına dek kendi malı ile bakacağını ifade etmiştir. Anne babası ayrılan küçük çocukların belli bir yaşa kadar annelerinin yanında kalmalarına verilen öncelik onların şefkate ve bakıma olan ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Ancak az sayıda rastlanan bazı davalarda annelerinin kendi rızalarıyla özellikle erkek çocuklarını babalarına teslim ettikleri görülmektedir. İncelediğimiz sicillerde kız çocuğunun muhâlea ile birlikte hemen babasına teslim edildiği bir davaya rastlanmamıştır. Teslim edilen erkek çocuklarla alakalı davalardan bir tanesinde Emine Hatun, eşi Ebubekir’den olan oğlunu kendi rızası ve tercihiyle babasına teslim ettiğini ifade etmektedir. Hamilelik döneminde kadın için belirlenen nafakaya değinen davalar da söz konusudur. Orijinal nüshanın yanı başında “muhâlea ve nafaka bir yerde” şeklinde bir kayıt bulunan konu ile alakalı bir dava dikkat çekmektedir. Rûmiye hatun dava tarihinden bir ay öne eşinin ona üç yüz akçe mehrini ve meûnet-i süknâsı için de elli akçe daha verdiğini ve iddet nafakasından fâriğa olup eşiyle muhâlea ile ayrıldığını ifade etmektedir. Fakat eşi Hacı Ömer’den hamile olduğunu belirterek iddet nafakasından fâriğa olmasının sahih ve muteber olmayacağını belirterek iddeti bitene kadar nafakasının Hacı Ömer tarafından ödenmesini talep etmiştir. Bu durum Hacı Ömer’e de açıklanarak ayrıldığı eşi Rûmiye Hatun’a doğum yapıp iddeti sona erene kadar günlük beşer akçe ödemesi gerektiği, Rûmiye Hatun’un ihtiyaç halinde borçlanması ve borçların Hacı Ömer’den alınması kararı mahkeme tarafından belirlenmiştir. Hamile olmayan kadınlar da iddet döneminde hamileliklerinin ortaya çıkması durumunda doğacak çocuklara bakacaklarını belirtebilmektedir. Bu davalardan bir tanesi şu şekildedir: Affe Hatun, Mustafa’dan aralarındaki geçimsizlik sebebiyle ayrılmış eşinden hamileliğinin ortaya çıkması durumunda kendi malından çocuğuna dokuz yaşına kadar bakacağını ifade etmiştir.

5. Muhâleanın Netîceleri

5.1. Bâin Talâk Meydana Gelmesi

Hanefî mezhebine göre muhâlea yoluyla ayrılan eşlerin arasında bir bâin talak meydana gelmektedir. İncelediğimiz sicillerdeki davaların bir kısmında buna uygun olarak muhâlea sonucunda eşlerin bâinen ayrılmış olduklarına vurgu yapılmaktadır. Bazı davalarda beynûnet lafzı açık olarak ifade edilmek yerine sonuçlarına yer verilmiştir. Konu ile alakalı bir davada Fâtıma Hatun eşi ile mehri ve iddet nafakası karşılığında hul‘ yapmıştır. Bu muhâlea sonucunda Fâtıma’nın yeni bir nikâh yapılıp yeniden mehir ödenmeden eski eşi Kasım’a helal olamayacağı kayıtlara geçmiştir. Dikkat edilirse bu davada bâinen ayrılık olduğu lafızla dile getirilmemiştir. Fakat bâin talâkın sonucunda meydana gelen durumdan söz edilmiştir. Beşiktaş Mahkemesi numaralı sicilde yer alan 14 davanın 3 tanesi hariç hepsinde bâinen boşanma gerçekleştiği ifade edilmiştir. Bu davalardan biri şu şekildedir: Rahime Hatun eşi Murtaza’dan mehri ile iddet nafakası karşılığında ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olmak üzere hul‘ yapmıştır. Gerçekleştirilen muhâlea sonucunda Rahime’nin yeni nikâh akdi gerçekleştirilmeden ve yeni bir mehir verilmeden Murtaza’ya helal olamayacağı, yani bâin bir talâkla boşanmış oldukları kayıtlara geçirilmiştir.

5.2. İddet Süresinin Beklenmesi

Muhâlea neticesinde bir bâin talak meydana gelmesinden dolayı muhâlea ile ayrılan kadın bir bâin talâk iddeti beklemelidir. Bâin talak iddeti hayız gören bir kadın üç hayız süresi, küçük veya yaşlı olmasından dolayı hayız görmeyen kadın ise üç aydır. Hamile bir kadın için ise, doğum yapmasıyla sona ermektedir. İncelediğimiz kayıtlarda, iddet müddeti tamamlanmadan yapılan evliliklerin geçersiz olması sebebiyle kadınların bu sürenin tamamlandığını bildirdiği örneklere rastlamaktayız. Bu bildiriler, kadınların tekrar evlilik yapabilmeleri ve yapacakları bu evliliğin meşru olduğunu kanıtlamaları açısından önemli rol oynamaktadır. İncelediğimiz sicillerde bu şekilde iddet sürelerinin dolduğunu bildiren kadınlarla alakalı iki örnekle karşılaşılmıştır. Bu örneklerin ilkinde davanın orijinal nüshasının yanında “Zât-ı hayz olup üç def’ada yemîn ile tasdik” ibaresi görülmektedir. İbrahim’in eşinden muhâlea ile boşandığı ve hul‘ yapılan günden davanın görüldüğü güne gelene kadar altmış iki gün geçtiği belirtilmiştir. Zeynep Hatun şer‘î bir mecliste hayız gören bir kadın olduğunu, dava tarihine gelene kadar altmış iki gün içinde tam temizlik dönemleri ile üç defa tam hayız görüp iddet müddetinin sona erdiğini ve başka biriyle evlenmesinin artık ona helal olduğunu ifade etmiştir. Mahkeme tarafından, fıkıh kitaplarında yer alan “hür kadın için en az iddet müddeti bitimi iki aydır” şeklindeki müftâ bih görüşe göre Zeynep Hatun’un batıl iş yapan ve yalancı biri olmadığını yemin ederek tasdik etmesi söylenmiştir. Zeynep Hatun da yemin etmiş ve istediği kişiyle evlenebileceğine kadı tarafından izin verilmiştir.

6. Muhâlea Sonucunda Oluşan Nizâ Sebebiyle Görülen Davalar

ncelediğimiz davaların bazılarında genel davalardan farklı olarak muhâlea akdinde gerçekleşen çeşitli meseleler karşımıza çıkmaktadır. Bu meseleler aşağıda gruplandırılarak incelenecektir. Eşleri gâib olan ya da başka diyara giden erkeklere karşı açılan davalar bu mesele gruplarından ilkini teşkil etmektedir. Gâib, kelime manası olarak “görünmeyen, gizlenen, ortadan kaybolan şey ya da kimse” anlamlarına gelmektedir. Fıkıh literatüründe ise, iki kişi için kullanılmaktadır. İlki “evi ile irtibatı kesilen, hayatta olup olmadığı bilinmeyen” mefkûd, ikinicisi ise “hayatta olduğu bilinip nerede olduğu bilinmeyen” gâib’dir. İstanbul kadı sicillerinde karşılaştığımız gâiblik ile alakalı çoğu dava eşleri gâib olan ya da başka şehirlere giden kadınların nafaka talepleriyle alakalı davalardır. Konu ile alakalı bir dava da Ümmügülsüm Hatun ve Ali arasında geçmektedir. Gâib ani’l-beled olan yani bulunduğu şehri terk eden eşinin dava tarihinden bir ay önce başka diyara gittiğini, Ümmügülsüm için aylık altı kuruş nafaka belirlediğini ve bunu ödemek için Emrullah Çelebi’yi kefil tayin ettiğini iddia etmiştir. Altı kuruş nafakasını talep eden Ümmügülsüm’e cevaben Emrullah Çelebi kefaletini kabul etmiş, fakat davadan bir ay önce tarafların hul‘ ile ayrıldıklarını şahitlerle ispat edince Ümmügülsüm nafaka talebinden menedilmiştir. İncelediğimiz kayıtlarda konu ile alakalı benzer örneklere rastlanmaktadır. Bu başlık altında inceleyebileceğimiz bir konu da ikrah, darp ve korkutma yoluyla yapılan muhâlea ile alakalıdır. Sözlükte “istememek, rıza göstermemek” gibi anlamları olan ve “kerh” kökünden türeyen ikrah kelimesi terim olarak, “bir kimseyi razı olmadığı bir işe zorlamak” manasında kullanılır. İstanbul kadı sicillerinde kadınların eşleri tarafından muhâleaya zorlandıkları, korkutuldukları hatta hul‘ yapmaları için şiddet gördüklerini iddia ettikleri beş dava bulunmaktadır. Bu davalardan bir tanesinde Meryem Hatun dört bin akçe mehir ile evlendiği Ömer Çelebi’nin kendisini mehrinden, iddet nafakasından ve meûnet-i süknâsından vazgeçip Ömer’e dört yastık, iki yan keçesi, iki yorgan verip hul‘ yaparak ayrılmaya zorladığını iddia etmektedir. Meryem Hatun’un iddiasına göre eşi ayrılmadığı takdirde ona şiddet uygulayacağını ifade ederek onu korkutmuş, Meryem Hatun da korkusundan muhâleayı kabul etmek zorunda kalmış ve bahsedilen eşyaları eşine vermiştir. Daha sonra ikrah altında muhâlea gerçekleştiği için mehrini ve eşyalarını mahkeme aracılığıyla eşinden geri istemek için dava açmıştır. Davanın devamında Ömer’e sorulmuş o da muhâleayı kabul etmiş, fakat ikrahı kabul etmemiştir. Bunun üzerine Meryem Hatun’dan ispat istenmiş o da Kuyumcu Ali Bey ve Kayyumzâde es-Seyyid Mehmed Çelebi isimli iki şahit getirmiştir. Şahitler de Meryem Hatun’un iddiasını doğrulayarak şahitlik etmişler ve şehadetleri mahkeme tarafından kabul edilmiştir. Meryem Hatun iddiasında haklı görülerek mahkeme tarafından Ömer Çelebi’ye dört bin akçe mehri ve eşyalarını Meryem Hatun’a vermesi tembih edilmiştir. Yukarıdaki davada kadının haklı bulunduğu görülmektedir. Ancak konu ile alakalı davaların çoğunluğunda kadın iddiasını ispat edemeyerek davadan men edilmiştir. Mesela bir davada, Fâtıma Hatun eşi Ahmed ile aralarında geçimsizlik olduğunu ifade ederek daha önce eşinin kendisini mehrinden fâriğa olup muhâlea ile ayrılması için dövdüğünü iddia etmiştir. O da bin beş yüz akçe mehrinden fâriğa olduğunu, fakat mehrini talep ettiğini ifade ederek dava açmıştır. Eşi Ahmet cevaben hul‘u kabul etmiş, fakat darp ettiğini inkâr etmiştir. Mahkeme tarafından Fâtıma’dan ispat istenmiş, ancak ispat edemeyince Ahmet’e yemin ettirilmiştir. Ahmet yemin edince Fâtıma’nın mehir talebi mahkeme tarafından reddedilmiştir. Diğer bir konu ise ayrılığın mahiyetiyle ilgilidir. Bu davalarda kadınlar üç talâkla boşandığını iddia edip mehir talebinde bulunurken erkek ise ayrılığın hul‘ ile gerçekleştiğini iddia etmektedir. Bu davalarda kadınlar bazen iddialarında haklı bulunmuş ve mehirlerini alma hakkı kazanmıştır. Çoğu davada ise kadınlar taleplerinden men edilmişlerdir. Bu davalardan bazıları şu şekilde kayıtlara geçmiştir: Nefise Hatun, üç sene evvel eşi es-Seyyid el-Hâc Numan’ın onu boşadığını ve mehrini vermediğini iddia edip mehir talebini dile getirerek dava açmıştır. Eşi ise cevaben, karısı olduğunu kabul etmekle beraber yirmi kuruş mehri karşılığında kendisiyle muhâlea yaptığını belirtmiş ve bir erkek iki kadın şahit de onu teyit etmiştir. Bu sebeple Nefise Hatun’un eski eşine açtığı davadan ve mehrinden men edildiği lafzen dile getirilerek sicile kaydedilmiştir. Mehir talebi kabul edilen bir kadının açtığı davada ise, Âişe Hatun eşi Mustafa Ağa’nın on sene önce onu bâinen boşayıp mehrini vermediğini iddia ederek üç yüz on kuruş mehrinin alınması için mahkemeye başvurmuştur. Mustafa Ağa da mehri karşılığında Âişe Hatun ile muhâlea yaptığını iddia etmiş, fakat bu iddiasını ispat edemeyince Âişe Hatun’a yemin etmesi teklif edilmiştir. Âişe Hatun’un yemin etmesi ile Mustafa Ağa’nın üç yüz on kuruş mehri ödemesi mahkemece tembih edilmiştir. Bu başlık altında inceleyeceğimiz diğer bir konu ise alacaklarla alakalı davalardır. İncelediğimiz sicillerde muhâlea ile ayrılan eşler arasında alacaklarla alakalı anlaşmazlıklar olduğu görülmektedir. Bu davalar mehir alacaklarıyla alakalı olabildiği gibi evlilik sırasında oluşan farklı alacaklarla ilgili de olabilmektedir. Konuya dair dikkat çekici bir örnekte, Fâtıma Hatun önceden eşi Mustafa Beşe ile muhâlea ile bâinen ayrıldığını, iddet müddeti dolduktan sonra eski eşi Mustafa Beşe’nin “her ne zaman seninle evlenirsem benden üç talâkla boş ol” şeklinde bir şart koştuğunu ileri sürmüştür. Daha sonra Mustafa Beşe şahitler huzurunda üç bin akçe mehr-i müeccel ile tekrar Fâtıma Hatun’a nikâh kıymış ve evlilik hayatı yaşamışlardır. Dava tarihinden bir gün önce Mustafa Beşe’nin kendisini bâinen boşadığını iddia eden Fâtıma Hatun, üç bin akçe mehir alacağını talep etmek için mahkemeye başvurmuştur. Mustafa Beşe ise cevabında, Fâtıma Hatun’u sadece on kuruş mehir ile nikâhladığını ve dava tarihinden bir gün önce boşadığını kabul etmiş, mehirde olan fazlalığı inkâr etmiştir. Bunun üzerine mahkeme tarafından Fâtıma Hatun’a iddiasını ispat etmesi söylenince o da şahit getirmiş ve şahitler de onu teyit eden ifadelerde bulunmuşlardır. Bu ifadeler sonucunda mahkemece Mustafa Beşe’ye üç bin akçe mehr-i müecceli Fâtıma Hatun’a ödemesi tembih edilmiştir. Eşya alacağı olduğu üzerine erkeğin açtığı ve orijinal nüshasının yanında “eşyâ teslîmine ta‘ahhüd” ibaresi olan bu davada Aşçı İbrahim Ağa ve Şerife Nefise Hatun mehir ile iddet nafakası karşılığında ve meûnet-i süknâ kadına ait olmak üzere muhâlea ile ayrılmışlardır. İbrahim Ağa, eski eşinde kalan bazı eşyalarını geri almak istemiştir. Mahkeme tarafından Şerife Nefise Hatun’un bu eşyaları İbrahim Ağa’ya teslim etmesini taahhüd ettiği bildirilmiştir.98 Bazı davalarda kadınlar hul‘ bedeliyle alakalı olarak pişmanlıklar yaşamış ve bu sebepten dolayı alacak davası açmışlardır. Çalışmamızda çok sık rastlamadığımız bu konuyla alakalı bir örnekte Hanife Hatun, dava tarihinden üç gün önce eşi es-Seyyid Mustafa ile beş kuruş mehr-i müecceli ile iddet nafakası karşılığında ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olmak üzere muhâlea yoluyla ayrılmış ve sair davadan birbirlerinin zimmetlerini ibrâ ve ıskât etmişlerdir. Ancak Hanife Hatun gerçekleştirdiği hul‘den pişman olmuş ve mehri, iddet nafakası ve meûnet-i süknâsını eski eşinden istemek için dava açmıştır. Fakat mahkeme tarafından bu talebinin şer‘î olmadığı ve bu sebeple eski eşine sorulmaya bile gerek görülmediği ifade edilmiştir. Sulh ve sulh bedeli ile alakalı davaları da bu başlık altında incelemek mümkündür. Muhâlea sonucunda taraflar arasında mehir, alacak, borç gibi sebeplerle alakalı anlaşmazlıklar çıkabilmekle beraber, bu davalar bazen anlaşarak bazen de çekişmeli şekilde sonuçlanmaktadır. Çalışmamız için incelenen sicillerde çok fazla sayıda sulh ile sonuçlanan davaya rastlanmıştır. Bu davalarda genellikle önce karşılıklı anlaşmazlık ortaya çıkmış, sonrasında belli bir miktar sulh bedeli ile uzlaşma sağlanmıştır. Örneğin bir davada Ebubekir Efendi’nin eşi Safiye’yi bâinen boşadığı, Safiye’nin yedi bin akçe mehri, borç verdiği yirmi beş altın ve bin altı yüz adet maksûs parayı istemek için dava açtığı zikredilmektedir. Ebubekir Efendi ise, mehri üzerine Safiye’nin kendisiyle muhâlea yaptığını bu meblağı hibe ettiğini iddia etmektedir. Bu sebeple aralarında tartışma çıkan taraflar, arabulucular vasıtasıyla yirmi kıt’a esedî kuruş bedel karşılığında sulh olmuşlardır. Safiye eski eşinin elinden bu parayı almış ve tüm davalardan birbirlerinin zimmetlerini ibrâ ve ıskât etmişlerdir. İstanbul kadı sicillerinde muhâlea konusu kapsamında karşılaşılan dikkat çekici bir mesele de zevciyyet talep eden erkeklerle alakalıdır. Azımsanmayacak sayıda olan bu davalarda hul‘ ile ayrıldıkları halde evlilik hayatı talep eden erkeklere karşı mahkemenin verdiği kararlara dair bir örnek şu şekildedir: Ümmügülsüm Hatun, el-Hâc Mehmed’den bin beş yüz akçe mehr-i müecceli ile iddet nafakası karşılığında ve meûnet-i süknâsı kendisine ait olmak üzere muhâlea ile ayrıldığını, buna rağmen el-Hâc Mehmed’in kendisinden şeriata uygun olmayan zevciyet muâmelesi beklediğini iddia ederek dava açmış ve bu durumdan vazgeçmesi için uyarılmasını talep etmiştir. el-Hâc Mehmet bu iddiayı kabul ve itiraf etmiş, bunun üzerine mahkeme tarafından tembih edilmiştir.

7. Gayrimüslimlerle Alakalı Davalar

İstanbul kadı sicillerinde sadece Müslümanların değil gayrimüslimlerin de muhâlea davaları bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimler aile hukuku ile alakalı davalarda kendi mahkemelerine başvurabildikleri gibi Osmanlı mahkemesine de başvurabilme hakkına sahiptiler. Gayrimüslimler aile hukukuna dair konularda kendi mahkemelerine nispetle Osmanlı mahkemelerinde daha geniş haklar elde etmekteydiler. Boşanan ya da dul kalan kadınlara mehir hakkı sağlaması, boşanmanın İslâm hukukunda daha kolay gerçekleşmesi, boşanmak için anlaşan tarafların Ortodoks geleneğinde olduğu gibi ayrıca mahkemeye bir sebep belirtmek zorunda olmamaları, başından üç evlilik geçmiş bir Ortodoks Hristiyanın kendi mahkemesince tekrar evlenememesi ve sebep ne olursa olsun boşanamayan Katolik Hristiyanların İslâm mahkemelerinde boşanabilmeleri gayrimüslimleri Osmanlı mahkemelerine yönelten sebepler arasındadır. Müslüman olmayıp diğer dinlere mensup olduğu halde İslâm ülkesinde yaşayan kişiler zimmî olarak adlandırılmaktadır. İncelediğimiz yetmiş iki sicilde gayrimüslimlerin muhâlea yoluyla ayrılması ile alakalı toplam yirmi altı dava bulunmaktadır. Bu davalarda gayrimüslimler; zimmî, Nasrânî ve Yahudi şeklinde ifade edilmişlerdir. Kayıtlarda bulunan Nasrânîlerle alakalı davalarda kadının Nasrânî olduğunun açıkça belirtildiği yirmi dava bulunmaktadır. Bunun mukabilinde erkeğin Nasrânî olduğunun açıkça belirtildiği bir davaya rastlanmamıştır. Zimmî oldukları belirtilen ya da dinleri hakkında hiçbir bilgi verilmeyen erkeklerin Nasrânî oldukları isimlerinden ve eşlerinin aynı davada Nasrânî olduklarının belirtilmesinden anlaşılmaktadır. Dava kayıtlarında Nasrânî kadınların Müslüman ya da mühtedî erkeklerle de muhâlea gerçekleştirdiği görülmektedir. Erkeğin Müslüman ya da mühtedî olduğunun açıkça belirtildiği davaların yanında dinlerinin hiçbir şekilde zikredilmediği davalar da bulunmaktadır. Bu erkeklerin Müslüman oldukları isimlerinden anlaşılmaktadır. Bütün bunlar göz önüne alındığında kadınların dinlerinin açıkça belirtilmesinde özel bir maksadın olabileceği akla gelmektedir. Kadının zimmî olduğu ifade edilen davaların bir tanesinde erkeğin de zimmî olduğu belirtilmekte, isimlerinden yola çıkarak her ikisinin de Nasrânî olduğu düşünülmektedir. Diğer iki davada ise, zimmî oldukları ifade edilmese de isimlerinden erkeklerin zimmî ve Nasrânî oldukları kanaatine varılmıştır. Son olarak incelenen diğer iki davada ise, kadının ve erkeğin zimmî olduklarına dair hiçbir bilgi verilmediği görülmektedir. Ancak isimlerden yola çıkarak davaların birinde tarafların her ikisinin de Nasrânî olduğu, diğer davada ise kadının Nasrânî erkeğin ise Müslüman olduğu kanaatine varılmıştır. İncelenen sicillerde Yahudilerle alakalı tek bir dava bulunmaktadır. Bu davada da kadının Yahudi olduğu açıkça belirtilmiş, erkeğin dini hakkında bilgi verilmemiştir. Ancak erkeğin de Yahudi olduğu isminden anlaşılmaktadır.

Sonuç

Çalışmamızda İslam aile hukuku kapsamında bulunan ve kadının belli bir bedel ödeyerek erkekten anlaşmalı olarak ayrılması manasına gelen muhâlea konusu ele alınmıştır. Teorik boyutunun incelenmesinin ardından İstanbul kadı sicillerinde muhâlea kayıtları bulunan yetmiş iki sicil defterindeki bin yedi yüz yetmiş dört dava incelenip belli başlıklar altında kategorize edilerek konularla alakalı örnekler değerlendirilmiştir. Muhâleanın teorik boyutunun Osmanlı Devleti’nde hassas bir şekilde uygulamaya konulduğu görülmüştür. Sicillerde, muhâleanın şer‘î kurallara uygun bir mecliste ve uygun bir şekilde gerçekleştirildiği görülmektedir. Kayıtlara bakıldığında tarafların bulunduğu semt, tarafların isimleri, vekâletli ise vekilin ismi, belirtildiyse muhâlea sebebi ve bedeli, sonunda ibrâ, dava tarihi ve şahitlerin kaydedildiği görülmektedir. Şahitler arasında sıklıkla imam ve müezzinlerin isimleri yer almaktadır. Şahitlerin kayda alınmadığı çok az sayıda dava bulunmaktadır. Davaların büyük çoğunluğunda şahitler zikredilmiştir. Davaların tümünde kaydedilen şahitler erkek olup kadın şahit bulunmamaktadır. Genelde en az üç şahit olup şahit sayısının onu aştığı davalar da görülmektedir. İncelediğimiz sicillerde eşler arasında geçimsizlik olması hatta aralarındaki ilişkinin nefrete dönüşmesi durumları en çok zikredilen muhâlea sebepleri arasındadır. Ayrıca iddet dolmadan tekrar nikâh kıyıldığı için de muhâlea yapıldığı görülmektedir. Öldü sanılan eşin tekrar geri gelmesi durumu da tekrar evlenmiş bir kadın için muhâlea sebebi olarak gösterilmiştir. Vekâlet veya velâyet yollarıyla gerçekleşen pek çok davanın yer aldığı İstanbul kadı sicillerinde taraflardan birinin veya her ikisinin vekilinin de anne, baba, kardeş gibi aile bireyleri vekil olabildiği gibi güvenilirliği şahitlerce desteklenen dışarıdan bir insan da tarafların vekili olabilmektedir. Velâyetli davalarda ise genellikle, küçük yaşta evlenen ve henüz evlilik hayatı yaşamamış kızların anne, baba ve kardeşleri velisi olmuş, kızların buluğdan sonra herhangi bir talepleri olması durumunda bu taleplere kefil ve zâmin olmuşlardır. Muhâleada bedel olarak genellikle kadınların mehr-i müeccel ve iddet nafakalarından vazgeçtikleri ve meûnet-i süknâlarının kendilerine ait olduğu görülmektedir. Bazı sicillerde mehr-i muaccel de zikredilerek her iki mehrinden vazgeçen kadınların davaları mevcuttur. Bunların dışında bazı davalarda ayrıca hul‘ bedeli olarak ayrıca akçe/kuruş, bazı davalarda eşya, bazılarında ise cariye belirlenmiştir. Akçe/kuruşa ek olarak eşyaların verildiği davalar da bulunmaktadır. Davaların sonlarında taraflar, evliliğe dair ve sâir davalarla alakalı olarak birbirlerinin zimmetlerini ibrâ etmektedirler. Bu ibrâ bazen borç-alacak davası, bazen karşı taraf adına açılan farklı bir davadan bazen de çocuk için istenen nafaka davasından karşı tarafın zimmetini ibrâ etmekle gerçekleşmektedir. Çocukların bakımında ise, genel olarak kadınlar belli bir yaşa gelene kadar yani hidane hakkı bitimine kadar çocuklarına kendi mallarından bakmak üzere hul‘ yapmışlardır. Bu yaş sınırı istisnalar olmakla birlikte genel olarak kız çocuklarda dokuz, erkek çocuklarda yedi olarak görülmektedir. Sicillerde çocuk bakımıyla alakalı çok sayıda davanın olması muhâlea ile gerçekleştirilen ayrılıkların genellikle yaş ortalaması olarak genç yaştaki kişiler arasında yapıldığına işaret etmektedir. Muhâlea sonucunda bir bâin talâkın meydana geldiği, tarafların yeni bir nikâh akdi yapılıp yeni mehir belirlenmeden tekrar evlenemeyeceği genellikle sicillerdeki davalarda titizlikle belirtilmiştir. İddet müddetinin dolması beklenip bu süre dolmadan kadının yeni bir evlilik yapamayacağı, iddet süresinin dolduğunu mahkemelere haber verip tescil ettiren kadınların davalarıyla teyit edilmiştir. Bu sürenin dolması ile kadının yeni bir evlilik yapabildiği sicillerdeki bazı davalar ile örneklendirilmiştir. Sicillerdeki davalarda anlaşmazlık sebebiyle görülen farklı davalara da rastlanmaktadır. Bunlar, gâib ya da başka diyara giden erkekler, ikrah, darp ve korkutmak suretiyle yapılan muhâlealar, üç talakla boşandığı halde mehrini alamadığını iddia eden kadınlar, alacaklar ve eşinden zevciyyet muamelesi talep eden erkeklerle alakalı davalardır. Muhâlea ile alakalı bazı davalarda özellikle alacak-verecek konularıyla ilgili taraflar arasında anlaşmazlık ve tartışmaların çıktığı ve araya giren bazı arabulucu kişiler ile bu anlaşmazlıkların çözülerek sulh yapıldığı görülmektedir. Bu davalarda genellikle arabulucular tarafından belirlenen bir sulh bedeli ile uzlaşma sağlanmaktadır. İstanbul kadı sicillerinde Müslümanların davaları dışında gayrimüslimlere ait davalar da bulunmaktadır. Zimmîler, Nasrânîler ve Yahudiler de kendilerine daha fazla hak tanıması sebebiyle Osmanlı Devleti’ndeki İslâm mahkemelerine başvurup muhâlea ile ayrılmışlardır. Sonuç olarak Osmanlı Devleti mahkemelerinde muhâlea konusunda Hanefî mezhebinin titizlikle uygulanarak en hassas şekilde hayata geçirildiği görülmektedir. 


Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0