İslami Bir Çevre Etiğinin İnşasında Tasavvuf

Dr. Öğr Üyesi Haci Sağlık 2024-11-04

İslami Bir Çevre Etiğinin İnşasında Tasavvuf

Özet:Çevre etiği, insanın fiziki çevresi ile olan irtibatının mahiyetini ortaya koyan bir disiplin olarak son dönemlerde önemi artan bir alandır. Tarihi süreçte insanın çevre ile münasebeti bağlamında “insan merkezli”, “canlı merkezli” gibi farklı çevre etiği anlayışları ortaya çıkmıştır. Çevre etiğinde, dinlerin genel itibariyle insan merkezli bir anlayışa sahip olduğu kabul edilmektedir. Buna göre çevre, insan için yaratılmış ve insanın hizmetine sunulan bir varlık alanıdır. Bu anlayışa göre insan ile çevre birbirinden bağımsız ve kopuktur. Geleneksel İslamî anlayışa baktığımızda ya da dini naslara zahiri yönüyle yaklaştığımızda İslam çevre anlayışının da insan merkezli olduğunu söylemek mümkündür. Farklı bir ontolojik anlayış geliştiren tasavvuf ise çevreye dair geleneksel İslamî anlayışın dışında bir yaklaşım sergilemiştir. Buna göre her şey Allah tarafından yaratılmış olduğu ve O’ndan geldiği için evrendeki organik veya inorganik her varlığın bir kutsiyeti mevcuttur. Aynı şekilde her varlığın bu dünyada bir görevi ve sorumluluğu olduğu gibi Allah katında bir ehemmiyeti vardır. Bu yaklaşım canlı cansız bütün varlıkları birbirine yaklaştıran ve her birine bir işlev yükleyen bütüncül bir anlayış sunmaktadır. Tasavvufun yaratıcı eksenli ortaya koyduğu bu anlayışın İslamî bir çevre etiğinin inşasında önemli bir işlev göreceği muhakkaktır. Bu çalışmamızda tasavvuf kaynaklarındaki çevre ve insan dışındaki varlıklara yönelik yaklaşımdan hareketle İslamî ve bütüncül bir çevre etiğinin nasıl oluşturulması gerektiği üzerinde durulacaktır.

Giriş

Akıl ve buna bağlı olarak iradeye sahip olan insan, bireyin ve toplumun eylemlerine daima bir değer atfetmiş ve bunun neticesinde hem birey hem de toplum için ahlak denilen bir olgu ortaya çıkmıştır. Bu açıdan ahlak, bir bireyin ya da toplumun yaşamına girip onun eylemlerine yön veren inanç, değer, norm, emir ve yasaklar bütünü olarak tanımlanabilir. Ahlak denilen olguyu irdeleyip onu düşünce boyutuna taşıdığımızda etik kavramı karşımıza çıkar. Bu şekilde etik, ahlakı teoriğe taşıma ve onun felsefesini yapmaktır.1 Bu açıdan ahlak kavramı doğrudan birey, toplum ve bunların pratik hayatı ile ilgili olarak ortaya çıkan değerler bütünü iken etik ise bu değerler bütünü alanlarına felsefi olarak yaklaşıp bunlarla ilgili yaklaşım ve teoriler ortaya koyar. Ahlak denilen olgu doğrudan bireyde ve bir bütün olarak da toplumda kendini gösterir; ancak neticeleri ve etkileri itibariyle birey ve toplum dışındaki birçok varlık alanını ilgilendirir. Bundan dolayıdır ki zaman ve şartlar ile ortaya çıkan yeni problemlere bağlı olarak, insanın içinde bulunduğu ve irtibatlı olduğu birçok alanla ilgili bir ahlak/etik anlayışı veya sorunları ortaya çıkmıştır. İnsanoğlu diğer bütün canlılar gibi varlığını bir fiziki ve doğal çevre içerisinde sürdürür. Canlı, cansız bütün varlıkların etkileşimde olduğu dış şartların tamamı olarak tanımlanabilen2 çevre, insanın doğrudan irtibat içinde olduğu bir alan olduğundan insanın çevreye yönelişindeki tutumun mahiyeti de ahlakın konusuna dâhil olmaktadır. İnsanın, hayvan, dağ, taş, su, deniz, ağaç gibi çevre unsurlarına yönelik tutum ve davranışının niteliği bir çevre ahlakı/etiğini ortaya koymuştur. Her ne kadar insanoğlu varoluşundan itibaren çevre ile iç içe olsa da çevre etiği kavramı modern dönemde bilhassa da sanayileşme ile beraber ortaya çıkmaya başlamıştır. Zira sanayi devrimi sonrasında insanın doğaya hâkimiyeti ve onu kendi çıkarı uğruna acımasızca kullanması zaman içerisinde çevre problemlerini ortaya çıkarmış; bu durum da bir çevre ahlakı ihtiyacını doğurmuştur. İnsanın çevre ile olan irtibatı neticesinde ortaya çıkan çevre etiği, insan ile doğa yani kendisi dışındaki diğer tabii varlık alanı ile ilişkisinin mahiyetini sorgulayan uygulamalı bir etik alanıdır. Bu bağlamda “çevre etiği, insanın çevre ile ilişkilerini çevreye zarar vermeyecek şekilde düzenlemek için uygun ahlaksal normları araştıran bir etik teoriler alanı”3 olarak karşımıza çıkar. İnsanın çevreye yönelişindeki tutum ve değerini belirleyen odak noktası bağlamında “insan merkezli, canlı merkezli, acı merkezli ve bütüncül çevre etiği” olmak üzere farklı anlayış ve teoriler ortaya çıkmıştır. Bu etik anlayışları içerisinde semavi dinlerin, bilhassa Yahudilik ve Hıristiyanlığın, bakış açısını da genel itibariyle insan merkezli olduğunu söylemek mümkündür.4 Bu çalışmamızda ilk önce tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan çevre etiği anlayışları kısaca ortaya konulacaktır. Sonra İslam dininin geleneksel çevre anlayışı ele alınacak; daha sonra da bu anlayış bağlamında tasavvufun evren, tabiat, organik ve inorganik varlıklara yaklaşımı ile Tanrı-evren ilişkisi bağlamında yeni bir İslami çevre etiği inşa etmek mümkün müdür? sorusuna cevap aranacaktır. 

1. Başlıca Çevre Etiği Teorileri

1.1. İnsan Merkezli Çevre Etiği

İnsan merkezli çevre etiği, insanın doğaya yaklaşımında ya da insan ile çevre arasındaki ilişkide odak noktası olarak insanı ve onun menfaatini kabul eden bir etik anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayışa göre insan doğada önemli ve özel bir konuma sahip bir varlıktır. İnsan dışında kalan diğer canlı veya cansız varlıkların ise kayda değer bir önemi yoktur. Burada insan, akıl sahibi bir varlık olarak doğanın efendisi konumunda olup diğer canlılara hükmetme, onları kendi menfaati için kullanma hakkına sahip bir varlık olarak tabiatın efendisi konumundadır. Bu etik türü, çevre ile insan ilişkisinde insanı aktif, doğayı pasif bir konumda görmekte, insan dışındaki organik veya inorganik varlıklara herhangi bir değer ve önem atfetmemekte hatta onları insanın hizmetine verilmiş varlık alanı olarak telakki etmektedir. Yani bu bakış açısında “doğa insan için vardır” anlayışı kabul edilmektedir. İnsan merkezli çevre etiğinin düşünsel kaynağına baktığımızda “dinî, felsefî ve iktisadî” unsurlar karşımıza çıkmaktadır. Kutsal kitaplarda yer alan insanın mahiyeti ile ilgili bazı ayetlerin insan merkezli çevre etiğinin dini dayanağını oluşturduğu savunulmaktadır. Eski Ahit ile Yeni Ahit’te “insanın Tanrı’nın suretinden ve ruhundan yaratıldığı (Tekvin 1:26-27; Yuhanna 3:4-5)”, şeklindeki anlayış insana bir kutsiyet atfedilmesine sebep olmuştur. Yine Yahudilikteki peygamberler nezdinde Tanrı’nın İsrailoğulları ile müzakereye girmesi (Mısır’dan Çıkış 34:10,17), onları seçilmiş bir millet olarak sunması anlayışı ile Hristiyanlık inancındaki Tanrı’nın Hz. İsa şahsında mücessem hale gelmesi insanın evrende doğal olarak da tabiatta kutsal bir varlık olduğu anlayışını yerleştirmiştir. Bu anlayış, YahudiHristiyan geleneğinin bilhassa ruh kavramı üzerinden insanın kutsiyetinin ön plana çıkarılarak insan merkezli bir çevre etiğini meydana getirdiği şeklinde yorumlanmıştır.6 İslam dinine baktığımızda Kur’an-Kerim’de “insanın yeryüzünün halifesi olarak yaratılacağı (Bakara 2:30)”, “meleklere bile Hz. Âdem’e secde etmelerinin emredilmesi (Bakara 2:34)” gibi hususlar insanın eşref-i mahlûkât” yani bütün yaratılmışların en şereflisi olarak kabul edilmesine yol açmıştır ki bu durum da insanın her şeyiyle merkezde olduğu bir çevre ve doğa anlayışının oluşmasına yol açtığı şeklinde yorumlanabilmektedir. İnsan merkezli çevre etiğinin düşünsel altyapısını oluşturan unsurlardan biri insanı üstün tutan felsefi yaklaşımlardır. Antik Yunan felsefesinde bilhassa Platon (MÖ 428/427- 348/347) ve Aristoteles (MÖ 384-322) felsefesinde akıl ve düşüncenin adeta kutsanması, ruh ve beden ayrımından hareketle canlıların kemal derecesine göre taksimi ve aklın ontolojik olarak derecelendirme gibi hususlar insan merkezli bir anlayışın doğmasında etkili olmuştur. Bu anlayış gerek Batı gerekse İslam dünyasındaki filozofların anlayışında da kendini göstermeye devam etmiştir. Yeniçağ felsefesinde bilhassa Kartezyen felsefede ruh-beden düalizmi ve buradan hareketle bilinç sahibi olan insan ile bilince sahip olmayan canlı ve cansız varlık alanları arasında kalın bir çizgi çizilmiş ve ontolojik olarak bir kopuş meydana getirilmiştir. Bu anlayış da insan merkezli bir tabiat ve çevre anlayışının oluşmasına sebep olan etkenlerden biri olmuştur. Bütün bunlarla beraber sanayi devrimi neticesinde insanın doğaya hâkimiyeti, insanı adeta kutsallaştıran hümanizm akımı, bilim ve teknolojik gelişmeler ile beraber insanın istediğini yapabileceği anlayışı, sürekli büyüme iştahı ile gelişen kapitalist ekonomi anlayışı gibi birçok unsurun insan merkezli çevre etiğinin oluşmasında rol oynadığı söylemek mümkündür. İnsan merkezli çevre etiği anlayışı ile zaman içinde çevre problemlerinin artması ve bu durumun netice itibari ile insana dokunması ve onu etkilemesi insanın çevreye daha farklı bir gözle bakmasına ve yeni anlayışlar geliştirmesine sebep olmuştur.

1.2. Acı Merkezli Çevre Etiği

Sanayi ve teknolojideki gelişmeler ile dünya nüfusunun gittikçe artması neticesinde çevre ile ilgili problemlerin gün yüzüne çıkması, çevre ile alakalı bilimsel, siyasal ve felsefi gelişmeler ile bu gelişmelere bağlı olarak çevre bilincinin gittikçe artması insan merkezli çevre etiği anlayışından acı merkezli ve canlı merkezli etik anlayışına doğru bir yönelim meydana gelmiştir. Acı merkezli çevre etiği, çevreye yönelimde veya çevreye karşı tutumda acıyı hissetmeyi odak noktasına koyan bir anlayışı temsil etmektedir. Bu anlayışa göre “acıyı hissetme yeteneğine sahip bütün yaşam, herhangi bir yeteneğe bakılmaksızın çeşitli haklara sahip olmalıdır. Özellikle hayvanların insana benzer bir yaşam sürdükleri ve acı çektikleri görüşüne dayanır.” İnsan merkezli çevre etiğinde akıl ve düşünce ile buna bağlı olan yetenekler göz önünde bulundurulurken burada ise esas olan acıyı hissedebilen bir canlılıktır. Bir canlılık, eğer acı duyabiliyorsa çevre bağlamında bir değere ve buna binaen bazı haklara sahip olmalıdır. Acı merkezli çevre etiğinin ortaya çıkmasında İlkçağdan Aydınlanma dönemine kadar aklın temel kıstas olarak alınarak adeta kutsanmasına getirilen eleştiriler ile aklın dışında duyguların da öneminin ortaya konulması önemli bir etken olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, “içerikli değer etiği” temsilcilerinden Max Scheler (1874-1928) ve Nicolai Hartmann (1882-1950), kendi felsefi anlayışında aklı ön plana koyan İ.Kant’ı (1724-1804) aklı insan için merkeze koyması ve formalist bir ahlak anlayışından dolayı eleştirirlerken insan için bilhassa da ahlak için akıldan ziyade sevinç, acı, tutkular gibi duyguların ön planda olduğunu iddia etmişlerdir. Arthur Schopenhauer (1788-1860) da insan yaşamına dair kötümser bir felsefi anlayış ortaya koyarken acı ve ıstırabı insan varoluşunun merkezine koymaya çalışır. O, bu durumu şu şekilde izah eder: “Istırap, hayatımızın ilk ve doğrudan konusu olmadıkça varoluşumuz dünyadaki en değersiz uygunsuz şey olur. Dünyanın neresine bakarsanız hemen karşınıza çıkan ve nerede hayat varsa kaçınılmaz olarak orada bulunan ihtiyaç ve zaruretlerden kaynaklanan bu sınırsız acının, bu muazzam ıstırabın hiçbir amaca hizmet etmediğini ve bütünüyle arızi, tesadüfi olabileceğini varsaymak saçmadır.” İnsanın hayvanlarla belli bir çevreyi paylaşması ve modern dönemde gittikçe bazı evcil hayvanların insanların yaşamlarına girmesi ve bunların acı ve ıstırap duyduğunun gözlemlenmesi gibi hususlar da acı merkezli çevre etiğinin oluşmasında etkili olmuştur. Acı denilen duygu nedir, acının bir sınırı ve ölçütü var mıdır, canlılarda acının niceliği nasıl ölçülecektir, canlılar arasındaki değer çekilen acıya göre mi belirlenecektir? gibi sorular acı merkezli çevre etiğinin çıkmazları arasında sayılabilen hususlardır. 

1.3. Canlı Merkezli Çevre Etiği 

Çevre etiği ile ilgili ana kriterin “insan” veya “acı” olması hususu zaman içerinde yetersiz olarak algılanmaya başlanmıştır ve “canlılığı” esas alan bir çevre etiği anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Canlı merkezli çevre etiği, esas olarak doğadaki bütün organik varlıkları merkeze alan ve bu açıdan insan, hayvan, bitki ve diğer bütün canlıların bir bütün olarak değerli olduğu anlayışına dayanmaktadır. Bu etik anlayışı insanın doğadaki üstünlüğü ve hâkimiyetini kabul etmez. Buna göre içsel değer açısından bazı hayvanlara üstünlük atfedip diğer canlılara herhangi bir değer atfetmemek doğru bir anlayış değildir. Canlı merkezli çevre etiğine göre bütün biyotik canlılar değerli olup, sadece canlı olmaları hasebiyle de bütün canlılar ahlaki bir değer ve öneme sahiptir. Canlı merkezci çevre etiği, “yaşama saygı” ile “doğaya saygı” yaklaşımı olmak üzere bazı canlılığı ön plana çıkaran anlayışları içerinde barındırmakta ve kendisine dayanak oluşturmaktadır. Canlı merkezciliğin ilk yaklaşımlarından biri Albert Schwetitzer’in (1875- 1965) ”yaşama saygı” anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Schwetitzer, insan bilincinin temel unsurlarından birinin yaşama iradesi gösterme olduğunu vurgular. Ona göre insan, nasıl kendisi bir yaşama iradesine sahip ise başkasının da buna hakkı olduğu düşüncesini benimsemek zorundadır. Bu açıdan bu bilince sahip olan insan hayatı koruma, onu geliştirme ve ona değer vermenin iyi; yaşamı tahrip edip, ona zarar vermenin de kötü olduğu bilincindedir. Ona göre bu anlayış, etiğin mutlak ve temel ilkesidir, aynı zamanda düşüncenin de temel bir önermesidir. Canlı merkezli çevre etiğinin bir diğer önemli dayanağı Paul Taylor’ın geliştirmiş olduğu “doğaya saygı anlayışıdır.” Bu konuda Taylor, insan ile diğer canlılar arasındaki ahlaki ilişkinin mahiyetini ortaya koymaktadır. O, insan ile diğer canlılar arasındaki ilişkiyi içsel bir değere dayandırmaktadır. Taylor, “amaçsal yaşam merkezi” kavramını ortaya koyarak doğadaki bütün canlı organizmaların bir amaca yönelik olduğu anlayışını savunur. Ona göre bütün canlı organizmaların kendilerini korumaya ve iyiliğini kendine özgü bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan amaçsal bir merkez vardır. Ona göre ağaç ve tek hücreli protozoa gibi organizmaların bilinçli bir yaşamı olmasa da onların kendi davranışları etrafında örgütlendiği, kendilerine özgü bir iyilikleri vardır. Bu yaklaşımıyla o, bütün canlıların ahlaki ehliyet ve değere sahip olduğu, insanında içsel meziyet gereği olarak onlara karşı görev ve sorumluluğunun olduğunu savunmaktadır. Bunlar özetle diğer canlılara kötülük yapmama, onların yaşamlarına karışmama, onlara sadakat gösterme ve adaletli olmaktır. Ekosistem içerisinde gerek organik gerekse de inorganik olsun bir bütün olarak bütün varlıların bir görev ve sorumluluğunun olması, canlı varlıklar dışındaki unsurların tahrip edilmesinin zaman içerisinde bütün canlıları da etkilemesi “bütüncül bir çevre etiği” anlayışına yol açmıştır.

1.4. Bütüncül (Çevre Merkezli) Çevre Etiği

Bütüncül çevre etiği, organik veya inorganik olsun bir bütün olarak tüm varlıkların bir değere sahip olduğu anlayışından yola çıkan bir teori olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayış, canlı merkezli etik anlayışını daha da ileriye götürerek cansız varlıkları da etiğin konusu yapmıştır. Buna göre, insan, hayvan, bitkiler ve ekosistemin diğer üyeleri bir bütünlük içerisinde yaşam döngüsünün birer parçasıdır ve bunların her birinin farklı işlevleri ve görevleri olup eşit hakları vardır. Buradan hareketle insan doğanın bir efendisi konumunda değil, diğer varlıklar gibi ekosistemin bir parçasıdır. Bütüncül çevre etiğine göre akarsu, dağlar, taşlar gibi canlı olmayan doğal nesne ve ekosistemlere de ahlaki bir değer atfedilmeli ve çevresel değer bütüncül olarak tüm varlıklara verilmelidir. Buna göre vahşi doğal alanlar ve buralardaki ekosistemler, türler, ormanlar, akarsular, göller, meralar, dağlar vb. hepsi kendi başına bir değere sahiptir ve ahlaki bir ilgiyi hak etmektedirler. Çünkü canlı ve cansız varlıklar bir ekosistem içerisinde karşılıklı etkileşim içerisinde olup birbirine bağımlı ve muhtaçtırlar. Bu açıdan çevredeki organik veya inorganik unsurlar tek tek değil bir bütün olarak bir değere ve işleve sahiptir. Ergün ve Çobanoğlu’na göre çevre merkezli etik anlayışının bilimsel temelleri “Malthus’un nüfus teorisi”, Darwin’in evrim teorisi ile ekolojinin bilim olarak doğmasına” dayanmaktadır. “Gerek Malthus, gerek Darwin, gerekse ekoloji biliminin doğuşunun canlı merkezli etiğin bilimsel temellerini oluşturması, her üçünde de artık insanın diğer canlı veya cansızlardan üstün olduğu iddialarını ortadan kaldırmasındadır. Çünkü Malthus, hiç sınırlamaya tabi olmayan insanoğlunu sınırlama konusu yapmış; Darwin, insanoğlunun kökenlerini diğer canlılarla aynı kökenlere indirgeyerek, insanın köken olarak üstünlüğü inancını reddetmiş; ekoloji bilimi de insanı ekosistemin bir parçası olarak görerek, ekosistemi oluşturan diğer varlıklarla eşitlenmiştir.” Bütüncül çevre etiği, insanı doğanın efendisi veya hâkimi değil diğer bütün unsurlarla doğanın bir parçası olarak görür. Bu anlayıştan hareketle insan, doğaya karşı daha saygılı ve korumacı olabilir; böylece insan doğduğu ve hazır bulduğu çevreyi korumak ve onu gelecek nesillere daha sağlıklı bir şekilde emanet etmek bilincini elde edebilir. Bütüncül çevre etiği kendi içerisinde birçok farklı anlayışı yansıtmaktadır. Bunlar genel olarak Aldo Leopold’un /1887-1948) “yeryüzü etiği”, “derin ekoloji anlayışı”, “toplumsal ekoloji”, “biyobölgecilik”, ve “ekofeminizm” gibi yaklaşımlardır. Leopold’un “yeryüzü etiği”, toprağı etiğin temel konularından bir yapıp bütün cansız varlıklara bir değer atfetmeye dayanırken , derin ekoloji, diğer çevre etik anlayışlarını sığ olarak nitelendirerek, çevre anlayışında ilişkisel ve toptancı bir anlayışı daha bütüncül ve doğa merkezli olarak ortaya koymaktadır. Bu anlayışa göre günümüzde bir çevre bunalımı vardır ve bunun derin felsefi nedenleri vardır. Bu bunalım da çevreye dair felsefi dünya anlayışındaki köklü bir değişikle ancak giderilebilir.Toplumsal ekoloji, çevre sorunlarının temelinin toplumsal düzendeki hiyerarşi olduğunu savunan, doğal olarak da her şeyden önce toplumsal düzenin radikal bir dönüşüme uğraması gerektiğini iddia eden bir anlayışı savunurken biyobölgecilik de ulus devletlerin yıkılarak yeryüzünün parçalarının somut ekolojik bölgeler olarak tasarlanıp sürdürülebilir yaşam ilkeleri bağlamında bütüncül bir yaşam alanı oluşturmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. Ekofeminizm ise çevre sorunları ile cinsiyet ayrımcılığı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu savunur. Buna göre diğer alanlarda olduğu gibi çevre sorunları da erkeğin doğa ve kadınlar üzerinde kurduğu egemenlikten kaynaklanmaktadır. Bunun için yapılması gereken, cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi ve hem kadının hem de doğanın erkek tahakkümünden kurtarılmasıdır. Sonuç olarak bütüncül çevre etiği çevreye yöneliminde bir tek unsurun değerini veya egemenliğini reddetmekte, doğanın bir bütün olarak bir değere ve ahlaki ilgiye sahip olduğunu iddia etmektedir. Günümüzdeki çevre sorunları ve bunalımın ancak bu yaklaşım ile çözülebileceği anlayışına sahip olan bu yaklaşım birçok farklı teoriyi de kendi bünyesinde barındırmıştır.

2. İslami Bir Çevre Etiği İnşasında Tasavvuf

2.1. Genel İtibariyle İslam’ın Çevreye Yaklaşımı

İslam’a göre kâinatta var olan her şey Allah tarafından yaratılmıştır. Kâinat bütün çeşitliliği ve ihtişamıyla Allah’ın bir eseri olarak karşımıza çıkmaktadır.30 Allah’ın başta insanlar olmak üzere yaratmış olduğu bütün bu varlıkların her birinin bir yaratılış gayesi bulunmaktadır. Kur’an’a göre doğada ve kâinatta var olan her şey belli bir düzen dâhilinde olup Allah’ı işaret eden birer delil niteliğindedir. Ayette de buyurulduğu üzere: “Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara fayda vermek üzere denizde yürüyüp giden gemide, Allah'ın, gökten yağmur yağdırarak yeryüzünü, ölümünden sonra diriltmesinde, sonra da yeryüzüne yürüyen hayvanları yaymasında, yelleri dilediği gibi estirip değiştirmesinde, gökle yer arasında emrine münkad olan bulutta, şüphe yok ki aklı erenler için varlığına, birliğine deliller var.” Bu bağlamda İslam düşüncesinde çevrede var olan düzen ve tertip Allah’ın varlığının ispatıdır. Bu kâinat kitabı olarak da değerlendirebileceğimiz çevre Allah’ın güzide bir eseri olması hasebiyle ihtimam gösterilmesi gereken bir durumdur. Tabiatta var olan her şey kendi lisanı haliyle Allah’ı tesbih etmektedir. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” Her bir varlığın kendine özgü bir görevi bulunmakta olup bu görevini icra ederken kendisini var eden yaratıcısına vazifesi olan tesbihi de ifa etmektedir. İslam inancına göre insan, su ve toprak olmak üzere tabiatta var olan iki unsurdan meydana gelmiştir. Bu hususa şu ayet işaret etmektedir: “İnsanı ateşte pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı.” Bu durum da şunu göstermektedir ki insan ile doğa arasında bir kopukluktan ziyade ayrılmaz bir bütünlük bulunmaktadır. Onlar arasındaki bu ilişki insanın, aslında doğanın bir parçası olduğunu göstermektedir. İnsanın doğaya zarar vermesi veya doğaya karşı yabancılaşması aslında onun bir parçası olduğu kendi nefsine zarar vermesi ve kendine karşı yabancılaşması manasına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de kâinatta ve doğada var olan her şeyin belli bir düzen dâhilinde tertip üzere inşa edildiği ifade edilmektedir: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” Allah yeryüzünü insanın yaşamını sürdürmesi için insana münhasır kılmış ancak yaşamını sürdürmesi için yeryüzünü inşa ve imar ederken bozmaması gerektiğini ayeti kerimelerle uyarmıştır. Bu bağlamda insan doğaya karşı nazik olmalı ve zarar vermeden kullanmalıdır. Başka bir âyet-i kerîm’de Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” Bu âyet-i kerîme insanın yeryüzünde bir halife ve malik olduğuna işaret etmektedir. Zira tabiat, insanın hizmetine sunulmuştur. Ancak bu insanın doğaya ve diğer varlıklara istediği gibi muamele edeceği, istifade edeceği veya zarar verebileceği anlamına gelmemektedir. İnsan sosyal bir varlık olması hasebiyle her daim çevresiyle irtibat halinde olmak mecburiyetindedir. İnsanın çevresi ise diğer insanlar, tabiat ve hayvanlardan ibarettir. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere: “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” Zira insanı yaratan Allah hayatının ikamesi için insana gerekli olan esasları da ona uygun bir şekilde düzenlemiş, çevreyi onun emrine münhasır kılmış ve insanın hayatını ikame edebilmesi için güneşi, ayı, yıldızları, gündüz ve geceyi, nehirleri, denizleri ve benzeri nice şeyleri yaratmıştır. Bütün bunları insan için yaratan ve onun emrine veren Allah, insandan doğaya karşı nazik davranmasını ve zarar vermeden istifade etmesini emir buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de çevre ile ilgili birçok ayeti kerime bulunmaktadır. İslam dini öncelikle temiz olmayı emretmekte ve temizliği imandan saymaktadır. Bu hususta Allah (c.c) şöyle emretmekte “(Resûlüm)! Kalk ve insanları uyar. Sadece rabbini büyük tanı. Elbiselerini tertemiz tut” Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmaktadır: “Temizlik imanın yarısıdır.” İslam dini bireylerden hem maddi anlamda hem de manevi anlamda temiz olmalarını istemektedir. Zira maddi ve manevi temizlik birbirlerini tamamlayan bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Dinin direği olarak kabul edilen namaz, temizlik ile başlamakta ve fıkıh kitaplarının tamamı taharet bahsi ile ibtida etmektedir. İslam dininin uygulayıcısı ve rehberi olan Hz. Muhammed (s.a.v) çevre hususunda dikkat edilmesi gereken hususları birer birer açıklamış ve bunları uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in pek çok uygulamasında doğaya karşı titizlikle davrandığı görülmektedir. Ashabına çevreye karşı nasıl hareket etmeleri gerektiği hususunda örneklik teşkil etmiş ve öncülük etmiştir. Onun bu davranışlarına binaen ilk dönemlerden itibaren Müslümanlar tabiata karşı hassas olmuş, yeşillendirme ve var olan yeşilliği koruma çabası içerisinde olagelmişlerdir. Hz. Peygamber’in ağaçlandırmaya ehemmiyet vermesi ve buna binaen Medine ve Taif şehirleriyle ilgili hadisi bu duruma örnek teşkil etmektedir. “Kim buradan bir ağaç keserse onun karşılı bir ağaç diksin.” Hatta Medine şehrinin bazı bölgelerinde yeşil alanların korunmasına yönelik bir takım yasaklar getirerek orada var olan ağaçların kesilmesini ve hayvanlarının öldürülmesini yasaklamıştır. Bu hususta orada bulunanlarla bir antlaşma yapmış bu bölgenin yeşil alanlarının korunması, çevre düzenine zarar verilmemesi bunların aksini yapanların ise cezalandırılması hususunda emir vermiştir. Yeşillendirme ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.v), “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa mutlaka dikin.” diye buyurarak konunun ehemmiyetine vurgu yapmaktadır. Yine çevrenin ve ağaçların korunması hususunda peygamberimiz özellikle yolculuk yapan hacıların, ticaret kervanlarının ve hayvanların altında gölgelenmek ve dinlenmek için durduğu yeşilliklerin ve ağaçlık alanlarının tahrip edilmesini yasaklamış ve buna benzer bir konuda da şöyle buyurmuştur: “Her kim yerine yenisini dikmeden bir sidre ağacını kesecek olursa, Allah ona cehennemde bir ev yapar.” Bu durumda Hz. Peygamber (s.a.v)’in çevreye verdiği önemin ehemmiyetine dikkat çektiğini hatta bu duruma özen göstermeyenlerin cehennemle karşı karşıya kalacaklarını telkin ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber çevre konusunda dikkat edilmesi gereken hususlara önem vermeyen bireylerin karışılacakları durumları izah etmekle beraber çevreye karşı duyarlı olan kimselere de şu müjdeyi vermektedir: “Müslüman bir kimse ağaç diker ve dikmiş olduğu o ağacın meyvesini kim yerse sadakadır.” Yine bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v) “Bir kimse bir ağaç diktiğinde yüce Allah mutlaka bu ağacın meyvesi olduğu sürece o kimseye sevap yazar.” diye buyurarak konunun ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Çevreyle alakalı diğer bir önemli husus ise hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan hayvanlar ve onların korunması mevzusudur. İslam, Allah’ın sessiz/dilsiz kulları olarak ifade edilen hayvanlara karşı merhametli olmayı onlara şefkat ile yaklaşmayı emretmektedir. Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kim boş yere bir serçe kuşunu öldürürse, kuş kıyamet günü onu Allah’a şikâyet edecek ve şöyle diyecektir: ‘Ya Rabbi! Şu adam beni (yemek gibi) bir menfaat için değil, (sırf eğlence olsun diye) boş yere öldürdü” diyecektir. Bu bağlamda doğadaki canlılara zarar verilmemesi ve onların haksız yere öldürülmemesi emredilmiştir. Bunun aksini yapanların ise Allah’a hesap verecekleri ifade edilmiştir. Allah, tabiatı insanın emrine vermekle beraber insanı, çevreyi doğru kullanımı hakkında uyarmıştır. Allah, insana çevreden istifade ederken bilinçli olmaya, israftan kaçınmaya, savurgan davranmamaya ve çevreye zarar vermeden kendisine yetecek kadarıyla yetinmeyi emretmiştir. Hz. Peygamber tabiat için dikkat edilmesi gereken hususları birer birer açıklamakla beraber o tabiatta yaşayan diğer canlılara karşı şefkat ve merhametle muamele edilmesini emretmiştir. Bu hususlara dikkat etmeyen fertleri uyarmış, diğer canlılara zarar veren bireyleri lanetlemiştir. Bu durum umumi bir kaide olmakla beraber her türlü canlı için geçerli değildir. Hz. Peygamberin çevre ve tabiat hususunda bu kadar hadisinin bulunması konuya ne derece önem verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber canlı cansız ayrımına gitmeden bütün varlıklara karşı sorumlu olduğumuzu bizlere tebliğ etmiştir. Bizlerin bu hususta nasıl davranmamız gerektiğini açıkça beyan etmiş olup yaptıklarımız neticesinde ecir olarak karşımıza çıkacak olan durumları da ifade etmiştir.

2.2. Tasavvufta Varlık Anlayışı

Tasavvufta varlık anlayışı genel itibari ile varlığın birliği esasına dayanan vahdet-i vücûd düşüncesidir. Bu anlayış, farklı isimlerle karşımıza çıksa da bu düşünce tasavvufta temel ilkelerden kabul edilmektedir. Zira İslam’ın Allah’ın birliği olarak sunduğu “tevhid” telakkisi, tasavvufta “tevhid ve birlik” telakkisinin insan yaşamının her alanına yayılma sonucu ile neticelenmiştir. Varlığın “Bir” olan Allah’ın yaratmış olması sonucu, gerek Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin ve gerekse kâinatta var olan delillerin her daim “Bir”e işaret etmesi “varlıkta birlik” düşüncesini temellendirmiştir. Buradan hareketle İslam’ın içinde bir yaklaşım ve akım olan tasavvufun birliği esas alan varlık anlayışı dikkatleri üzerine çekmiştir. Özellikle kökeni Hallâc- Mansûr (ö. 309/922) gibi ilk sufilere kadar uzanan vahdet-i vücûd anlayışı bir bütün olarak varlığı Allah’ın zatında bir olarak görmektedir. Buna göre varlık birdir o da sadece Allah’ın zatıdır. O’nun dışında kalan mevcudat yani canlı cansız, âkil veya gayr-i âkil fark etmeksizin çevrede var olan her bir unsur, Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımasından ibarettir Öyle ki mevcudat, Allah’ın zatının birer delili ve aynası mesabesindedir. Bu anlayışa göre gerçek varlık sadece Allah’ın vücududur. Evren ve evrende yer alanlar ise gerçek varlık olan Allah’ın fani ve gölge olan tecellilerinden ibarettir. İlk sufilerden olan Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848 [?]) de varlık konusunda Hallac-ı Mansur ile benzer görüşleri ifade etmektedir. O varlığı şöyle açıklamaktadır: Sadece “Bir” olan Allah vardır, kâinat ise Bir’den yani Allah’tan gelmektedir.” Bistami’ye göre Bir’in olmaması tefekkür bile edilemez; zira sonuç itibariyle var olan her şey Bir’ e yani Allah’a isnad edilmektedir. İlk sufilerde varlığın birliği anlayışı benlikten soyutlanarak ulaşılan bir idrak olarak kabul edilirken İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ile sistematik bir hal almıştır. İbnü’l Arabi, varlık düşüncesini “varlık bir tek gerçeklikten meydana gelmektedir” şeklinde açıklamıştır. Ona göre dış âlemde şahit olduğumuz çokluk ve zenginlik duyu organlarımızın oluşturduğu zahiri bir oluşumdan ibarettir. İbnü’l Arabiye göre vücud birdir. Bir olan bu varlık muhtevasında barındırmış olduğu eşyaların tezahürü yoluyla birden çok varlık haline dönüşmez. Onda kesret ve ikilik bulunmaz. Ancak geçici olan bu varlıklara kâinat ve yahut mevcudat gibi isimler verilmiştir. Bu geçici varlıklar birer vehm, gölge ve hayalden ibaret olup sürekli bir değişim ve bozulma içerisindedirler. Bu geçici olan şeylere varlık denilmesinin sebebi dış dünyada zuhur etmelerinden dolayı verilen mecazi bir isimlendirmeden başka bir şey değildir. Bunlar ancak Allah’ın varlığı neticesinde meydana gelen, çeşitli görünüm ve şekillere sahip olup Allah’ın sıfatlarının kâinattaki yansımalarından ibarettirler. Zira bunlar ezelden beri Allah’ın ilminde bulunan şeylerdir ki buna da İbnü’l Arabi düşüncesinde “âyân-ı sâbite” denilmektedir. Allah’ın âyân-ı sâbite de görünmesi ile bu varlıklar vuku bulmaktadırlar. Allah’ın âyân-ı sâbite de görünmesiyle orada farklı maharetlere sahip olan varlıklar kendilerine has yetenek ve görünümle teşekkül ederler. Tasavvuftaki diğer bir varlık anlayışı ise vahdet-i vücûd anlayışına bir tepki olarak ortaya konulan ve İmam-ı Rabbânî (ö. 1034/1240) tarafından sistematize edilen “vahdet-i şuhûd” anlayışıdır. İmâm-ı Rabbânî’ye göre dış âlemde tezahür eden her şey O’ndandır. Bu varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesinden ibarettir. Allah’ın bizatihi tecellisi olmadan diğer varlıkların görünmesi mümkün değildir. İmâm-ı Rabbânî’ye göre eşya Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olmaktan ibarettir. Bu bağlamda tasavvufi anlayışta yer alan “mâsivâ” olarak ifade edilen, bizlerin ise “çevre/doğa/tabiat” şeklinde adlandırdığımız Allah’ın haricindeki diğer bütün varlıklar, Allah’ın fiil ve isimlerinden geçici olarak ortaya çıkan birer gölgeden ibarettir. Bu da tasavvufta, organik veya inorganik çevreye dair bütün unsurların bir bütünlük arz ettiğini göstermektedir. Öyle ki bütün varlıklar Allah’tan gelmeleri dolayısıyla bir kutsiyete sahiptir.

2.3. Tasavvufî Anlayış Bağlamında İslamî Çevre Anlayışı

İslami ilimlerde önemli bir yer teşkil eden, bir kâl ilmi olmaktan ziyade bir hal ilmi olan, suretten ziyade sîrete, zahirden çok batına ihtimam gösteren tasavvuf bir taraftan ferdin manevi hayatını tanzim ve tasfiye ederken öte yandan insanın zahiri çevresi ile olan irtibatını düzenlemektedir. Tasavvufun dikkat çeken yönü ise insandan bağımsız dış dünyada yer alan tabiat ve diğer canlıların Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olmaları hasebiyle onlara bir kutsiyet atfetmesi ve önem göstermesidir. Tasavvufun varlık anlayışı genel itibariyle Allah’ın zatında birliğe dayandığı için bir bütünlük arz eder. Bundan dolayı sûfîlere göre evrende var olan her şey Allah’ı takdis, tesbih ve tenzih eder. Kâinatta yer alan her bir varlığın Allah’ın azametine ve kudretine işaret ettiğini ifade ederler. Bu münasebetle onlar Allah’ı, kâinatla bir bağlantısı olmayan ve bu âlem de yer almayan bir ilah olarak görmezler. Bu anlayışlarını; “Şuayb da, “Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah’tan daha mı hatırlı ki O’nu arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki rabbim yaptıklarınızı kuşatmıştır. İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.” ayetleriyle temellendirmektedirler. Tasavvufi anlayışa göre kâinat takdis, tesbih ve teslimiyetiyle Allah tarafından belli bir düzen ve amaca göre noksansız bir şekilde yaratılmıştır. Allah’ın insanın hizmetine sunduğu bu âlemin mükemmel düzen ve tertibi sûfileri her hususta tevekkül etmeye sevk etmiştir. Çünkü onlara göre âlemde vuku bulan her şey hayrın bir neticesidir. Âlem, rahman ve rahim olan Allah’ın bir eseridir. İnsanın varlığı, kâinatın varlığı, çevrede ki düzen ve hatta ölüm bile bir rahmettir. Dolaysıyla var olan her şey Allah’a dayanmaktadır ki üzerine deruni bir tefekkür gerektirmektedir. Tasavvufî anlayışa göre çevre insan için bir lütuf olup insanın hizmetine verilmiş bir nimettir. Onlar çevreden yararlanmayı iki şarta bağlamaktadırlar. Bu şartlardan ilki çevreyi bozmamak ve kirletmemek, öbürü ise israf etmeden istifade etmektir. Zira içinde yaşamımızı ikame ettiğimiz çevre maddi manevi varoluşumuza vesile olmaktadır. İnsanın şerefli bir varlık olarak yaratılması tabiatta yer alan diğer mahlûkattan derece bakımından üstün olması onun mahlûkatı istediği gibi kullanması anlamına gelmemektedir. Aksine İnsanın bu hususta belli bir mesuliyet ahlakiyle ve israfa kaçmadan istifade etmesini gerektirmektedir. Allah’ın “her şeyi bir ölçüye göre yarattığı” ayeti düşünüldüğünde insanın çevreye karşı sorumlu olduğu, onu bozmadan istifade etmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Tasavvufi anlayışta insan çevresi ile bir etkileşim içerisindedir. Bundan dolayı çevre insanda insan da çevreden bazı unsurları azda olsa kendi içerisinde barındırmaktadır. Zira evrende var olan bütün elementlerin insan vücudunda var olduğu benimsenmektedir. Hatta bazı sûfiler insan bedenini yeryüzüne, iç boşluğunu denizlere, bağırsakları nehirlere, damarlarını derelere, kemikleri dağlara ve benzeri benzetmelerde bulunmuşlardır. Bundan dolayı mutasavvıflar insanı “âlem-i sağir” evreni de “insan-ı kebir” şeklinde tarif etmektedirler. Yani insanı küçük bir dünya; dünyayı büyük bir insan olarak görmektedirler. Mutasavvıflara göre evrende var olan her şey Allah’ın gücü ve kudretine işaret eden birer “ayna” ve “ayettir”. Sufiler hüccet manasına gelen “ayet” yerine daha ziyade “ayna” örneğini kullanmayı tercih etmektedirler. Evrende yer alan varlık ve mahlûkatın tamamı Allah’ın varlığına delil sayılmakta ve kendilerinde barındırdıkları düzen ve tertip ile onun varlığına işaret etmektedirler. Bu açıdan ekolojik sistem içerisinde yer alan her varlık unsuru Allah’ı gösteren birer ayna mesabesindedir. Mutasavvıflara göre Allah’a giden iki tarik vardır. Bunlar avam tariki ve havas tarikidirler. Avam çevre ve düzeni müşahede ederek eserin sahibine; havas ise çevre ve düzeni değil de bundan hareketle o düzeni tertip eden yaratıcıyı görmektedir. Bu bağlamda çevrenin varlığı ve var olan düzenin korunması Allah’a götüren bir vesile olması hasebiyle de son derece önem arz etmektedir. Bundan ötürü mutasavvıflar çevreye son derece önem vermektedirler. Zira tasavvufta havasın tariki olan kulun çevre ve tabiatta Allah’tan başka bir şey görmemesi “fenâ fi’llah” kavramı ile ifade edilmekte olup, kulun Allah’ta yok olması O’nun haricinde hiçbir şey görmemesi manasına gelmektedir. Tasavvufî anlayışta çevre bir kitap olarak kabul edilmektedir. Ancak bu kitap sahifelere nakş edilmiş yazıdan ibaret bir kitap olmayıp somut olarak kendini göstermiş mücessem bir eserdir. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şerifler okunması ve üzerine tefekkür edilmesi gereken birer eser iseler çevre de aynı şekilde okunması ve üzerine tefekkür edilmesi gereken ve ibret alınması icap eden bir eserdir. Zira bu duruma işaret eden şu ayeti kerime: “Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yaratıldığına bir bakmazlar mı ?” Allah’ın yaratmış olduğu esere açıkça işaret etmektedir. Allah’ın bu emri gereğince sûfîler ortaya çıktıkları ilk günden bu zamana dek her an yeni bir iş üzere olan Allah’ın yaratmış olduğu bu eseri her daim koruyup müşahede ve mütalaa etmişlerdir. Tasavvufi düşüncede tabiattaki her varlık Allah’a dayanması ve O’ndan gelmesi dolayısıyla bir değer ve idrake sahiptir. Tabiatta ki her varlık ister canlı ister cansız olsun kendi lisanı haliyle Allah’ı tesbih etmektedir. Zira bu konuda şu ayeti kerime bu hususa dikkat çekmektedir: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” Bu bilinçte olan tasavvuf ehli kişilerde çevreye hassasiyetle yaklaşmış olup, zarar vermeden, tahrip etmeden ve ihtiyaçları kadar tabiattan istifade etmişlerdir. Sufilere göre her varlığın Allah’ı tesbih ve takdisi aynı ölçüde olmayıp varlığın bulunduğu makam ve mertebeye göre azalma, artma veya daha zayıf ve muhkem olma şeklinde gerçekleşmektedir. Diğer bir ifadeyle her canlı Allah’ı kendi gücü ve maharetleri nispetinde takdis ve tesbih etmektedir. Bu da onların Allah katında bir değere sahip olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda bütüncül çevre etiğiyle tasavvufi anlayışın çevreye olan bakış açısı benzerlik göstermektedir. Ancak bütüncül çevre etiği insanın doğaya ihtiyaç duymasına ve doğa ile insan arsında karşılıklı olarak birbirlerinden istifade etmesine dayanmakta olup bundan ötürü doğadaki canlı cansız fark etmeksizin her varlığın bir değere sahip olduğunu ifade etmektedir. Ancak tasavvufi anlayışta bu durum o eşya ve varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olmaları hasebiyle ve Allah’ın varlığına işaret eden birer hüccet olmalarından dolayı bir değer ve kutsiyete sahiptir. Tasavvufta, her varlığın Allah’ı yansıtması sebebiyle çevreye karşı her daim bir muhabbet besleme anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayış Yunus Emre’nin de ifade ettiği üzere “Yaratılanı severim Yaratan'dan ötürü" sözüyle özetlemek mümkündür. Zira Allah’a karşı muhabbet besleyen kimseler, ilahi muhabbete malik olmuş ve müşahede etmiş bireylerdir. İlahi muhabbete malik olmuş kimseler hem Allah’a muhabbet besler hem de Allah’ın yaratmış olduğu çevre ve tabiata karşı muhabbet beslemektedirler. Bu bireyler bütün varlıklara “sevgi” nazarıyla bakmakta ve ona göre muamele etmektedirler. Bunun en güzel örneklerinden birini öncü sûfîlerden biri olan Bişr-i Hafî’de görmekteyiz. Yalın ayakla dolaşması hasebiyle kendisine “hafî” lakabı verilen Bişr-i Hafî’ye yalın ayak dolaşmasının sebebi sorulduğunda, kendisinin vermiş olduğu “Arz O’nun sevgisi ile kuşatılmıştır. Ayakkabıyı bir araç olarak gördüğümden, arz’a araç ile basılmasını uygun bulmuyorum” cevabı onun yeryüzüne herhangi bir araç vesilesi ile değil de doğrudan ayakları ile buluşmasında ve dolaysıyla doğrudan Allah’ın sevgi ile yarattığı çevre ile buluşma isteğinden kaynaklanmaktadır. Bütün bunların yanı sıra tasavvuf güzel ahlak sahibi olmaktır. Güzel ahlak sahibi olmak ise canlı cansız fark etmeksizin evrende var olan bütün varlıklara merhamet ve şefkat ile davranılması gerektiğini ifade etmektedir. Tasavvufi anlayışta çevreye zarar vermek, ihtiyaçtan fazlasına meyletmek caiz görülmemektedir. Zira ihtiyaçtan fazlasına meyletmek, kısa zamanda zenginliğe ulaşmaya tamah etmek ciddi anlamda hem sosyal hayata hem de tabiat hayatına zarar vermektedir. Bundan dolayı tasavvufta asıl olan maddi anlamda zenginlik olmayıp “fakr” diye tarif ettiğimiz Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamak, mâsivâ’ya meyletmemek ve sadece Allah’a yönelmek şeklinde ifade edilmektedir. Bu bilince sahip olan kimseler, dünya malına tamah etmez ve çevresine zarar vermezler.

Sonuç

Çevre etiği ile ilgili yaklaşımların bir alan olarak ortaya çıkması sanayileşme dönemine denk gelmektedir. Sanayileşme dönemi ile beraber çevre problemleri kendini göstermeye başlamış böylece bu problemlerin sebepleri altında yatan unsurlar irdelenmeye başlanmıştır. Bunun neticesinde farklı çevre etikleri ortaya çıkmıştır. Çevre etiği üzerine yapılan değerlendirmeler çevre problemlerinin kökeninin insan merkezli çevre ettiğine dayandırılmışlardır. İnsan merkezli çevre etiğinin de altında yatan felsefi ve düşünsel unsurlar mevcuttur. Modern dönem de çevre problemlerinin insanlığı tehdit edecek bir boyuta varmasıyla beraber çevre etiği ile ilgili olarak ontolojik ve epistemolojik bir paradigma değişikliğini gerektirmiş ve bu bağlamda bütüncül bir çevre etiği anlayışı ön plana çıkmıştır. Bu anlayış çevreye dair bütün unsurlara bir değer affetmekte olup ancak bu yaklaşımla çevre problemlerinin çözülebileceğini ifade etmiştir. Bu açıdan semavi dinlerin genel olarak insan merkezli bir bakış açısına sahip olduğu öngörülmektedir. Çünkü ilahi dinler de insan, tanrı ile muhatap olan üstün bir varlık olarak kabul edilmiştir ve dolayısıyla onun çevreye dair her türlü tasarrufa sahip olduğu anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda İslam dinine baktığımızda İslam'da insan, üstün bir varlık olarak kabul edilmekle beraber İslam’ın birçok açıdan çevreye önem verdiği ayet ve hadislerle açıkça ortaya konulmuştur. Günümüzde önemli problemlerden biri olan çevre meselesi ontolojik ve epistemolojik olarak bütüncül bir şekilde ele alınmayı gerektirmektedir. Bu açıdan baktığımızda İslami düşünce içerisinde tasavvufi anlayışın bizlere önemli bir bakış açısı sunduğu görülmektedir. Özellikle de tasavvufun, varlığı Allah'ın zatında “Bir” olarak görmesi hem varlıksal olarak hem ahlaki olarak İslami anlayış içerisinde bütüncül bir çevre anlayışını bize sunmaktadır. Bu bağlamda tasavvufun varlık ve değer anlayışı bizlere kılavuzluk etmektedir. Varlıksal olarak baktığımızda tasavvuf bütün varlıkları netice itibariyle Allah'a dayandırdığı için her varlık ahlaki olarak bir değere hatta kutsiyete sahiptir. Bütüncül çevre etiğinde her varlık ekosistemdeki işlevinden dolayı değerliyken tasavvufun bütüncül varlık anlayışında ise her varlık Allah'ın isim ve sıfatlarından bir tecellisi olması hasebiyle ahlaki bir değere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan insan her ne kadar değerli bir varlık olarak görülse de insan dışındaki bütün canlı cansız unsurlar Vahdet-i vücud anlayışı çerçevesinde Allah'a dayandığı için insanların onları sömürmesi veya kendi menfaati için bilinçsiz bir şekilde kullanması hakkı bulunmamaktadır. Çünkü tasavvufi anlayışta her varlığın bir işlevi, bir görevi ve ilahi bir gayesi bulunmaktadır. Yani hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Tasavvufi anlayış çerçevesinde çevreye yöneldiğimizde günümüzde ortaya çıkan birçok çevre problemi çözüme kavuşacaktır. Netice itibarıyla modern çağa hitap edebilecek İslami bir çevre etiğinin inşasında şu hususlara dikkat edilmesi gerekmektedir; 1. Çevreye yönelimde bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi için tasavvufun Allah'ın zatındaki varlığın birliği anlayışı ile yönelmek gerekmektedir. 2. Tasavvufi anlayışa göre evren ve tabiat okunması ve üzerine deruni bir şekilde düşünülmesi gereken bir eser, aynı zamanda her haliyle kudret-i ilahiyenin izlerini taşıyan birer hüccet kabul edilmektedir. Bu bağlamda her varlığın Allah'ın bir tecellisi olduğu düşüncesiyle onun bir değeri ve ehemmiyete sahip olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu düşünce ile çevreye yönelen insan, onu istediği şekilde kendi menfaati için kullanma hakkına sahip değildir. 3. Tasavvufi anlayışta her varlığın bir gayesi bulunmaktadır ve âlemdeki bütün unsurlar Allah'ın yaratmış olduğu düzeni temsil etmektedir. Bu açıdan çevre düzeninin bozulması Allah'ın yaratmış olduğu düzeni bozma, ona karşı gelme ve onu tahrip etme anlayışını yansıtmaktadır ki bu açıdan çevreye yönelen insanın buna dikkat etmesi son derece önem arz etmektedir. 4. Tasavvufi anlayışta kâinat, insanın menfaati için sömürülmesi gereken bir alan değil Allah'ın varlığının büyüklüğünü ve kudretinin idrak edileceği, bilinebileceği bir kitap mesabesindedir. Çevreye yönelen bir insanın, çevrenin Allah'ın bir eseri olduğu düşüncesiyle hareket etmesi gerekmektedir. Netice itibariyle İslami düşünce içerisinde ortaya çıkmış olan tasavvuf ortaya koyduğu varlık anlayışı ve değer anlayışı ile aslında bütüncül bir çevre anlayışını ortaya koymaktadır. Bu bütüncül çevre anlayışında evrendeki canlı cansız bütün unsurlar Allah'tan gelmesi itibariyle ahlaki bir değeri hak etmektedir.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0