Din-Ahlâk İlişkisi

Prof. Dr. Özcan Hıdır 2024-09-28

Din-Ahlâk İlişkisi

Din-Ahlâk İlişkisi


Ahlâkın kaynağı meselesi, asırlar boyu pek çok İslâm alim ve filozofunu meşgul

etmiş, günümüzde de meşgul etmeye devam etmektedir. Bu anlamda ahlâkın yegane kaynağının

din olup olmadığı temel tartışma konularındandır.

Burada öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, her dindar, ahlâklı olmak zorundadır.

Çünkü din, bu dünyada ahlâklı davranmayı öğretir ve esasen Dinin mesajı da bu dünyada

ahlâk ekseninde bir dünya hayatı sürülmesi içindir. Bir anlamda dinlerin ve dolayısıyla

İslâm'ın öğretilerinin temel esprisini ahlâk oluşturur. Şu halde hangi açıdan bakılırsa

bakılsın, dinle ahlâkın yakın bağının olduğu görülür.

Toplumsal meseleleri çözebilmenin en önemli sâiki, sahip olunan ahlâkî değerleri

fark etmek ve bu değerleri hayata geçirebilmekte yatar. Esasen hem değerleri fark

etmek hem de o değerleri ahlâklı davranış bilincine ve dolayısıyla yaşayan birer

insanî haslet haline getirebilmek, son derece önem arz eder. Şu halde ahlak, akla

ve vahye ait ilke ve esasların pratik hayatta somutlaştırılmasıdır. Bu noktada insanın

yaratılışı ve Allah Teâla'nın insana dünyada yüklediği misyon fevkalade ehemmiyeti

hâizdir.

Buradan hareketle şu söylenebilir ki, din, insanî değerleri ortaya koyar ve insana

o değerlere bağlı kalarak yürüyebilme iradesi kazandırır. İnsan o değerleri kendi

özünde, içinde bulur. Kendi dünyasında, kendi vicdanında bulur. Dinin kazandırdığı

irâde ile o değerleri hayata geçirme bilincini ve gücünü kazanır. Dinin ahlâkla

olan ilişkisinin başladığı yer de esasen burasıdır.

Ahlâkî değerler, aslında bulundukları toplumun olduğu kadar bütün insanlığın

da ortak değerleridir. Kişilerin bireysel inisiyatifleriyle, zorlamalarıyla, sübjektif

değerlendirmeleriyle tanımlanabilecek kadar sade, yalın ve köksüz değildir. İşte

burada din önemli bir katkı sağlar. Din toplumun tarihteki inanç ve kültürlerden

süzülüp gelen ve insan olmanın özüyle bağlantılı, ortak, ahlâkî değerleri teyit

ederek, onaylayarak ona ayrı bir güç ve yeni veçheler kazandırır. Dikkat edilirse

Kur'ân-ı Kerîm'de ahde vefadan, adâletten, başkasının hakkına saygılı olmaktan,

başkasını sevmekten, sevgiyle bir arada yaşamaktan söz edilir. "Ben, güzel ahlâkı

tamamlamak üzere gönderildim" buyuran Hz. Peygamber'in (s.a.) pek çok hadisinde

-ki aşağıda bir kısmı değerlendirilecektir- bir dizi ahlâkî değeri ve o değerlerin

davranışa (amel) dönüşme bilinci görülür.

Diğer taraftan İslâm öncesi dönemlerde ifade edilmiş ve her din ve toplum içerisinde

kendine yer bulabilecek ortak miras kabilinden ahlaki değerler bulunmaktadır. "Hikmet

(ahlâki değer) mü'minin yitiğidir, nerede bulursa alır" hadisinden anlaşıldığı

üzere, İslâm, diğer din ve kültürlerle ortak olan bu ahlâkî değerleri yeniden ortaya

koymayıp onlara atıfta bulunmakta, onları onaylamakta, güçlendirmekte ve aksiyona

(amel) dönüştürmektedir. Zira ahlâk yaklaşık 5000 seneden beri bugünkü tartışma

konuları ve değerleriyle incelenmeye başlanmıştır. Ahlâk ölçüleri ve değerler, Sümer

ve Bâbil dönemlerinde ülkenin temel yönetim ilkesidir. Farâbî, ülkeleri erdemli-erdemsiz

olarak ikiye ayırmıştır. 'Hayır ve iyiliklerin bir arada yaşandığı ülke, erdemli

ülkedir' demektedir. Bu itibarla tarih boyunca insan topluluğunun olduğu her yerde

bazen yazılı, bazen gelenek halinde uygulama alanı bulan ahlâkî değerler vardır.

Uygulanan bu ahlaki değerler, ahlâk ile amelin bütünleşmesi neticesinde bütün

din, kültür ve zamanlarda süreklilik kazanır. Böylece ahlâkî değerler kaygan zeminden

kurtarılarak, bir hayat biçimine dönüşür. Zira ahlâkî değerler tek başına bir şey

ifade etmemektedir. Ahlâkî değerlerin, hayatta vücut bulmuş, yaşayan değerler olması

gerekir. Nurettin Topçu da İsyan Ahlâkı adlı eserinde ahlâklılığın, "Hakk'ın vicdanlarda

hapsolmayıp hareketlerimizde tecellisiyle" mümkün olduğunu ifade etmektedir. Daha

sonra da Topçu, hak, hakikat ve ahlâkın en büyük mümessilleri olarak, ''Ayı bir

elime, güneşi diğer elime verseler davamdan dönmem diyen Peygamberler', 'Çiğnerim,

çiğnenirim Hakk'ı tutar kaldırırım diyen Akifler', içindeki manevi bir sese kulak

vererek tek başına Atina'ya can pahasına karşı koyan Sokrates'ler ve sıska vücuduyla

Büyük Britanya yargıçlarına meydan okuyan Gandhi'leri gösterdiği, ifade edilmektedir.

Bunun için de konuşmaktan ziyade konuşulan ahlâkî değerlerin davranış bilincine,

hayat tarzına kısaca amel ve aksiyona dönüştürülmesi esastır. Bu noktada kişinin

iradesi, kişinin hayata bakışı ve sorumluluk duygusu öne çıkmaktadır.

Zira insanı yaratan Allah Teâla, ona, kendi ruhundan üfürdüğünü (Secde, 9) ve

onun yeryüzünde halifesi olduğunu (En'am, 165) bildirir. İnsanı diğer canlılardan

ayıran en önemli özelliklerinden biri, onun nefsi ve vicdanı ile birlikte yaratılmış

olmasıdır. Her insanda kendisine kötülüğü emreden bir nefis ve kötülükten nasıl

sakınacağını ilham eden bir vicdan vardır. İnsan vicdanının ilham ettiği sevgi,

fedakarlık, merhamet, tevazu, şefkat, doğruluk, dürüstlük, sadâkat, nezâket ve yardımseverlik

gibi güzel ahlâk özelliklerinin yanı sıra, nefsinden gelen yıkıcı ve olumsuz özelliklere

de sahiptir. Ancak inançlı bir insan vicdanı sayesinde doğru ile yanlışı birbirinden

ayırabilir ve her zaman güzel ahlâkı tercih eder. Böylece Allah Teâla'nın insana

biçtiği değer ve insanı dünyaya gönderirken ona yüklediği misyonun önemi ortaya

çıkmış olur. Aslında bütün bu temel ahlâkî değerler, insan olmanın özüyle alakalı

değerlerdir. Yüce Allah, rahmetinin bir tecellisi olarak insana iki büyük yardımda

bulunmuştur. Birisi, insana düşünce, akıl ve onur vermiştir. İkincisi de ona peygamberler

göndererek, insanın, o verdiği aklın, düşüncenin, ahlâkî değerlerin çizgisinde yürüme

iradesini güçlendirmiştir. Bu anlamda farklı dinlerden söz edilse bile, aslında

tek din söz konusudur. O da Hz. Âdem'den bu yana tüm peygamberlerin tebliğ ettiği

tevhîd dinidir.

Bütün bu izahlardan anlaşılmaktadır ki, ahlâkî veya etik değerin davranışa dönüşmesi

ve bir irade gösterilmesi açısından, dinle ahlâk arasında kopmaz, köklü bir bağ

vardır.

Din-ahlâk ilişkisine dair bu genel girişten sonra ahlâk-amel/aksiyon veya değer-davranış

bütünlüğüne Kur'an ve Sünnet'in yanı sıra Risâle-i Nur'da "edep", "amel-i salih=salih

amel", "medenî davranış" ahlâk ilişkisine dair ifadelerden hareketle izahlarda bulunacağız.

Bu bağlamda dinden bağımsız (seküler) ahlâkın olup olamayacağına dair görüşlere

de atıflarda bulunacağız.


Amel-Ahlâk/Değer-Davranış Bütünlüğü


"Amel-ahlâk " bir başka ifadeyle "değer-davranış" bütünlüğü, ahlâkî değerlerin

kaygan zeminden kurtarılarak, bir hayat biçimine dönüşmesini ifade eder. Bu bir

anlamda ahlakın soyutluktan somutluğa dönüşmesi demektir. Esasen bu oldukça önemli

ve kompleks bir konudur. Zira ahlâkî değerler tek başına bir şey ifade etmez. Ahlâkî

değerlerin, hayatımızda vücut bulmuş, yaşayan değerler olması gerekir. Bunun için

de konuşmaktan ziyade konuşulan ahlâkî değerlerin bir süreç dahilinde davranış bilincine,

hayat tarzına dönüştürülmesi esastır ki, bu tür ilmi toplantıların bu sürece katkısı

büyüktür.

Tabiatıyla bu dönüşümde kişinin iradesi, hayata bakışı ve sorumluluk duygusu

öne çıkar. Yani insanın yalnız kaldığında da, temel ahlâkî değerlere sahip çıkan

ve ona göre davranan bir kişi haline dönüşmesi, ahlâkî değerlerin vicdanlarda kökleşmesini,

tek başına da olsa düşünsel alanda dahi, ona aykırı davranmayı bir bakıma insaniyetini,

onurunu ve yaratılış misyonunu kaybetme kadar tehlikeli görebilme bakışını kazanmasıdır.

Burada, değerin davranışa dönüşmesi ve bir irade gösterilmesi açısından, İslâm

Dini ile ahlâk arasında kopmaz, köklü bir bağın olduğunu görürüz. Çünkü İslam, bize

davranışlarımızın kendi içimizde hesabını verebilmeyi, hiç kimsenin olmadığı bir

yerde bile şeffaflığı, kendimize karşı dürüstlüğü, kendimize karşı hesap verebilir

olmayı, Allah Teâla'ya karşı hesap verebilir olmayı öğütlemektedir. Mesela Kur'ân-ı

Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in Sünnet'inde çok özel bir ibadet olarak yer alan namaz

ile ahlâk arasında, dikkatli okunmadığında fark edilemeyen önemli bir irtibat kurulmaktadır.

Buna göre Kur'ân'a göre namaz, insanı bütün kötülüklerden alıkoymalıdır. Bir bakıma

namaz bize, biraz önce ifade edilen ahlâkî değerlere uygun davranış bilinci kazandırmaktadır.

Günde beş defa Allah Teâla'nın huzuruna çıkıp iradesini ve O'nunla irtibatını yenileyen

kişi, namazın dışında da bilincini ve O'nunla bağını devam ettirir ve herkese karşı

böyle bir sorumluluk içinde davranır. Bu açıdan bakılırsa namaz ile ahlâkî davranışlar,

kötülükten kaçınma ve iyiliği, güzelliği yeryüzünde egemen kılma arasında kopmaz

bir bağlantı vardır.

Oruç, hac, zekat gibi İslâm Dini'nin diğer temel ibadetleri ile ahlâk arasında

da benzer şekilde ilişki kurmak tabiatıyla mümkündür. Mesela oruç konusundaki hadisler

incelendiğinde, sadece aç kalan fakat insanlara kötülükte bulunan, kötülükten uzak

durmayan, iyilik ve güzellik peşinde koşmayan kişilerin orucunun yalın bir aç kalma

olarak nitelendirildiği görülür. Bu anlamda gerçek oruç, Yüce Yaratıcı ile kurulan

bağın davranışlara yansıtılabilmesi ve oruçlu geçen bütün zaman diliminin güzellikler

zamanı, iyilikler zamanı, kötülüklerden kaçınma ve kendi kendini denetim altında

tutabilmesi yani manevî-vicdanî oto-kontrol mekanizmasını kurabilmesi ile değer

kazanmaktadır.

Bu itibarla hangi açıdan bakılırsa bakılsın Kur'an ve Sünnet gibi iki temel kaynağa

dayanan İslâm Dini hep ahlâklı olmayı, ahlâklı davranmayı, ahlâkî değerleri hayata

yansıtmayı öğütlemektedir. Zira Kur'an ve Sünnet, medeniyet fıkhının önemli ilkelerini

açıkladığı gibi, zarif ve medenî bir toplumdan beklenen davranış ilkelerini (ahlâk)

de sunmaktadır. Zira medeniyet fıkhı, sonuçta fert ve toplumları medenî davranışa

yani ahlâklı ve zarif olmaya yöneltmiyorsa, hiç bir anlam ifade etmez. Kur'ân-ı

Kerîm, kendisine ilim verildiği halde hayatına tatbik etmeyen veya bu ilmin tam

tersi davranışlar sergileyen kimselerin bu durumunu, verilebilecek en kötü misalle

şöyle tavsif etmektedir:

"Onlara (Yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp

çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin

haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o,

dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer.

Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur."

Hz. Peygamber de faydasız ilimden Allah'a sığınmıştır. İlmin en başta gelen faydası,

sahibinin davranışını olgunlaştırıp ahlâkını güzelleştirmesi, davranışlarını terbiye

etmesidir. Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurur: "Allah'ım! Faydasız ilimden, korkmayan

kalpten, tatmin olmak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım!"

Şu halde erdemli/ahlâklı davranış, ferdi yücelten ve toplumun gelişip yükselmesine

vesile olan her alanda anlam kazanır. Yani bir toplumun fertleri manevî olarak ibadetle,

fikir ve düşünce olarak ilimle, iktisadî açıdan çalışmayla, ahlâkî olarak erdemle,

sosyal açıdan karşılıklı dayanışma ve yardımlaşmayla, maddî olarak da yeryüzünü

mamur hale getirmekle gelişir ve yücelir.

Ahlâk-amel bütünlüğünün ilk ve en önemli esaslarından biri, bir değer olarak

sahip olduğu ahlâkını medeni davranışa dönüştürebilmesi, medeni olmayan kötü ve

çirkin huylar ile insanı alçaltan davranışlardan Bediüzzaman'ın tabiriyle "ahlak-ı

rezile"'den6 kaçınmasıdır. Tabiatıyla bu neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmeyi gerektirir.

"Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" ve "Muhakkak Allah, güzel ahlâkı

sever ve çirkin ve insanı alçaltan davranışlardan da hoşnut olmaz" hadislerinde

olduğu üzere Hz. Peygamber bazen, genel olarak güzel ahlakın öneminden söz ederken

bazılarında ise somut olarak neyin güzel ahlak neyin ise çirkin olduğunu belirtir.

Özellikle ilk olarak zikredilen hadisinde Hz. Peygamber'in, "güzel ahlâk"ı risâletinin

esas gâyesi olarak gördüğü belirtilmelidir. Bu aynı zamanda ahlakın amelle bütünleşmesinde

rol model veya örnek şahsiyetlerin önemini gösterir. Bu itibarla O'nun (s.a.) hayatının

her safhasında güzel ahlâk numunelerini görmek mümkündür. Hz. Peygamber'in güzel

ahlakı risaletinin gayesi olarak değerlendirilmesi, ahlakı, "Dinimiz, dünyamız ve

âhiretimizin mamur olmasına yol açan davranışlar" olarak anlamamıza yol açar. Hz.

Peygamber'in şu duasını da böyle yorumlamak mümkündür: "Allah'ım! Bana işimin ismeti

olan Dinimi ıslah et. Varacağımız yer olan âhiretimi de ıslah et. Benim için hayatı

her hayır hususunda ziyade kıl ve bana ölümü her şerden rahat kıl."

Ahlâki özellikleri kazanmada ahlakı amele dönüştürmede, yukarıda da değindiğimiz

gibi, "örnek şahsiyetler" ve "rol modeller" son derece önemlidir. Bu anlamda Hz.

Peygamber, özelde Müslümanlar genel olarak da bütün insanlık için örnek bir şahsiyettir.

Zira Allah Teâla'nın, geçmiş peygamberlerin bir mîrası olarak, güzel ahlâkın bütün

yönlerinin kendisinde mükemmel mânada temsil edilen ve Kur'an'da "üsve-i hasene=en

güzel örnek" olarak taltif edilen ve hakkında "Muhakkak sen, yüce bir ahlâk üzeresin"

buyurulan Resûlüllah'ı Müslümanlara göndermesi, özelde bu ümmete genelde ise bütün

insanlığa olan nimetlerin en büyüklerindendir. Zira Allah'tan aldığı ilahi mesajları

O (s.a.), harfiyen hayatına yansıtmıştır. Bu itibarladır ki, Hz. Âişe'ye (r.a.)

Hz. Peygamber'in ahlâkı sorulmuş ve "Onun (s.a.) ahlâkı Kur'an'dan ibarettir"

cevabını vermiştir.

Bu sözüyle Hz. Âişe, Resûlüllah'ın hayatının, Kur'an'ın canlı örneği olduğunu

kastetmiştir. Zira Hz. Peygamber, Kur'an'ı insanlara sözleriyle açıkladığı gibi,

hayatında da Kur'an'ın gereğini uygulamıştır. Bu itibarla, geçmiş peygamberlerin

hayatlarına dair bilgiler kaybolduğu halde, doğumundan vefatına kadar Resûlüllah'ın

sîretinin en ince ayrıntılarına ait rivayet ve bilgileri kaydedilerek nesilden nesile

aktarılmıştır. Özellikle onun (s.a.) peygamberliği ile Medine'ye hicreti sonrası

döneme ait bilgi ve rivayetler çok daha ayrıntılıdır. Her asırda bu konuda pek çok

eser kaleme alınmıştır. Bediüzzaman da Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'inin "mucize-i

ahlâk-ı hamîde"yi oldukça güzel beyan ettiğini belirterek Hz. Peygamber'in ahlak

ve şemailini anlatan en önemli ve bereketli kitaplardan birine işaret etmiştir.

Öte yandan ahlâkın davranışa dönüşmesinin en önemli tezâhürü, "medenî davranış"tır.

Medenî davranış, esasen "âdâb-ı muâşeret"ten başka bir şey değildir. Bir anlamda

"adâb-ı muâşeret", medenî davranışın (ahlak) sosyal hayat içerisinde uygulayış biçimleridir.

Hz. Peygamber aşağıda mealini vereceğimiz hadislerindeki özlü ve kapsamlı sözleriyle,

Rabbi, kendisi ve insanlarla olan ilişkisinin ölçüsünü ortaya koymuş, bu açıdan

medeni davranış modelleri (adab-ı muaşeret) sunmuştur:

"Müminlerin îman bakımından en kemâle ermişi, ahlâkı en mükemmel olandır. Sizin

en hayırlınız, kadınlarınıza karşı en hayırlı ve ahlâklı olanınızdır."

"Müminlerin iman bakımından en kâmili, ahlâkı en mükemmel olanı ve başkalarıyla

kolayca anlaşıp kendisiyle de kolayca ülfet olunanı ve başkalarına kol kanat gerip

himaye edenlerdir."

"Muhakkak kişi güzel ahlâkıyla, geceleri ibadetle gündüzleri de oruçla geçiren

kimsenin derecesine ulaşır."

"Nerede olursan ol Allah'tan kork; bir kötülük yaptığınızda onun ardından bir

iyilik yap ki, onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muamelede bulunun.

Bu itibarla medeni davranışın yani güzel ahlâkın Kur'an ve Sünnet'te yer alan

en önemli hususiyetlerinden birinin, insanlara sertlikle değil, şefkat, müsamaha

ve yumuşaklıkla muamele etmek; yani "geçimli insan olmak" olduğunu söylemeliyiz.

Yine insanlarla muamelede kızgınlığa sebebiyet verecek davranışlarla mücadele etmek,

devamlı kendini haklı çıkarmamak, öfkesine hakim olmak, haklı olduğu bir durumda

bile muhatabına müsamahakâr ve dürüst davranmak, her halükarda dosdoğru olmak, şiddet

ve zorluklar karşısında yumuşaklık göstermek, Sünnet'ten öğrendiğimiz güzel ahlâk

örnekleridir. Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de "(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği

emret ve cahillerden yüz çevir" buyurur. Diğer bir ayette ise "Sana emredildiği

gibi dosdoğru ol" buyurulmuştur. Hz. Peygamber esasen başka bir yol üzerinde olamazdı.

Şu halde buradaki "ahlâkın kategorik emr"i, esasen ümmet içindir.

Yine Kur'an'da, "ibâdü'r-Rahmân=Rahman'ın kulları" diye nitelenen kimseler hakkındaki,

"Rahman'ın (has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez

kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) 'Selam!' derler (geçerler)" âyetinde

de, Allah'ın gerçek kullarının ahlâkının ipuçları vardır. Aynı şekilde Allah'ın,

genişliği yer ve gök kadar olan cennet hazırladığını vadettiği müttaki kulları hakkındaki,

"O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini

yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever"

âyeti de, sözünü ettiğimiz ahlâk-amel bütünlüğünde örnek şahsiyetlerin önemine işaret

etmektedir.

Câbir'in (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sattığı zaman

kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren ve hakkını talep edip başkası

hakkında karar verirken kolaylık gösteren kimseyi Allah rahmet edip bağışlasın."

Âişe'den (r.a.) rivayet edilen bir hadiste de Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Yâ

Âişe! Şüphesiz ki Allah, refîktir; rıfkı sever. Rıfk karşılığında şiddet ve başkası

için vermediğini verir."

Bu hadis, Allah Teâla'nın, başka hiç bir ahlâka yapmadığı muameleyi yumuşak huylu

olmaya (rıfk) yapacağını ve rıfk sahibinin dünyadaki (meşru) isteklerini kolaylaştıracağını,

âhirette de kendisini sevaba nail edeceğini haber vermektedir.

Yine Âişe'den rivayete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki yumuşak

davranış kimde olursa, onu ancak zinetlendirir. Bir kimseden de alınırsa, onu lekeler.

Bu hadisin sebeb-i vürûdu dair şu olay nakledilir: Âişe (r.a.) bir keresinde,

biraz hırçın ve huysuz bir deveye binmişti. Âişe onu ileri geri çevirmeye başladı.

Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.) Âişe'ye, "Ona yumuşak davran! buyurdu.

Hz. Peygamber'in insanlara rıfk ve müsamaha ile davrandığının en önemli misallerinden

biri de, şu hadistir: Ebû Hüreyre'nin bildirdiğine göre, bir bedevî mescidin duvarına

küçük abdest bozmuştu. Orada bulunan sahâbîler, onu derhal bu fiilinden vazgeçirmek

için oraya koştular. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.), "Küçük abdest bozduğu yerin

üzerine bir kova dolusu su dökün" dedi ve şöyle buyurdu: "Muhakkak siz, zorlaştırıcı

değil, kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz."

Şüphesiz bu ahmak ve kaba bedevînin davranışına karşı gösterilecek en güzel tavır,

kolaylık ve genişliktir. Enes'ten (r.a.) nakledildiğine göre o şöyle demiştir: "Bir

keresinde Resûlüllah ile birlikte yürüyordum. Resûlüllah'ın üzerinde saçağı kalın

Necrân dokuması bir kaftan vardı. Derken bir bedevî bize yetişti ve Hz. Peygamber'in

kaftanından tutup şiddetle çekti. Bu sırada ben Resûlüllah'ın boynu ile iki omuzu

arasına baktım. (Bir de ne göreyim?) Bedevinin kaftanı şiddetli çekişinin etkisiyle

kaftanın (kalın) kenarı Resûlüllah'ın boynunda iz bırakmıştı. Sonra bedevî, 'Yâ

Muhammed! Yanında bulunan Allah'ın malından bana da verilmesini emret!' dedi. Bunun

üzerine Resûlüllah şefkatle bedevîye baktı ve gülerek, ona istediğinin verilmesini

emretti."

Bu tavrıyla Hz. Peygamber, câhil, usûl ve âdap bilmez bu bedevînin yetişme ortamını

dikkate alıp ona karşı medenî bir insandan beklenen tavrı ortaya koymuştur.

Abdullah b. Mes'ûd'dan nakledildiğine göre, o şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a),

Huneyn savaşı sona erince bazı insanlara ganimetten fazla pay vermek suretiyle diğerlerinden

ayırmıştı. Mesela kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlerden (müellefe-i kulûb)

olan Akra' b. Hâbis'e yüz deve vermişti. Uyeyne'ye de bir o kadar vermişti. Arap

eşrâfından bazılarına da yine yüz deve vermiş ve böylece Arapların bu ileri gelenlerini

o gün ganimet bölüşümünde başkalarına tercih etmişti. Hz. Peygamber'in bundaki gayesini

anlayamayanlardan biri -ki Vâkidî'nin beyanına göre bu kimse, münafıklardan Ma'teb

b. Kuşey'dir- itiraz ederek, 'Vallahi muhakkak bu, adaletsiz ve Allah rızası gözetilmeyen

bir taksimdir' dedi. Ben, 'Vallahi bu (küstahça) sözü Nebî'ye (s.a.) muhakkak haber

veririm', diyerek durumu Resûlüllah'a haber verdim. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.)

şöyle buyurdu:

'Allah ve Resûlü âdil olmazsa, kim olur? Allah Mûsâ'ya rahmet etsin, o, bundan

daha ağır sözlerle karşılaştı da sabretti (böyle küstahları cezalandırmazdı)."

Bu kaba ve medenî olmayan tavır sahibinin, henüz İslâm kalplerinde tam olarak

yer etmemiş bu kavmin önde gelenlerinin kalplerini İslâm'a ısındırmak için Resûlüllah'ın,

ileride meyveleri alınacak uygulamasını anlamaları mümkün olamazdı. Böylelikle Resûlüllah,

küçük bir dünyalık karşılığında, İslâm daveti ve önderliği yararına onların velayetlerini

satın almıştır. Kaldı ki Allah Teâla, "Ve'l-müellefeti kulûbühüm=Gönülleri (İslâm'a)

ısındırılacak olanlara" buyurarak, zekât mallarından onlara da pay verilmesini

meşru kılmıştır.

Peşin hükümlü bazı kimseler ve kendisini hiç ilgilendirmeyen meselelere müdahale

etmeye kalkışıp bu konuda kendilerinde hak iddia edenlere Hz. Peygamber, affedici

ve ağırbaşlılıkla muamele etmiş ve tıpkı kendisinden önceki büyük (ulü'l-azm) peygamberler

gibi, kendisine yönelik eza ve cefaya sabırla karşılık vermiştir. Bu itibarla Resûlüllah,

hamasetle hareket edip kötü muamelelerin karşılığını vermede aceleci davranan ashâptan

bazılarının bu aceleciliklerini, örnek olması amacıyla kesinlikle onaylamamıştır.

Abdullah b. Mes'ûd'dan nakledilene benzer bir olay da, kalpleri İslâm'a ısındırılacak

olanlara verilmek üzere Yemen'den gelen altın külçesinin dağıtımında yaşanmıştır.

Buna göre bu dağıtım esnasında bir adam ayağa kalkarak, "Biz, bu altına bunlardan

daha layık idik" demişti. Bu söz Resûlüllah'a ulaşınca, 'Ben göktekiler nezdinde

emin olduğum, akşam sabah bana semadan haber geldiği halde, siz bana güvenmiyor

musunuz?' buyurdu. Derken çukur gözlü, geniş alınlı, gür sakallı, başı tıraşlı ve

gömleği yukarıya çekilmiş halde bir adam,

'Ey Allah'ın Resûlü! Allah'tan kork' dedi. Resûlüllah (s.a.),

'Sana yazıklar olsun! Ben yeryüzündeki insanların Allah'tan korkmaya en layık

olanı değil miyim?' buyurdu. Adam sonra dönüp gitti. Arkasından Hâlid b. Velîd,

'Yâ Resûlüllah! Şunun boynunu vurayım mı?' dedi. Hz. Peygamber, buna iltifat

etmedi ve 'Belki ileride namaz kılan biri olur' buyurdu. Hâlid, 'Nice namaz kılanlar

var ki, kalplerinde olmayanı dilleri söylüyor' diye söylenince Resûlüllah şöyle

buyurdu: 'Ben, ne insanların kalplerini açmaya, ne de karınlarını yarmaya memurum!"

Resûlüllah'ın bu tasarrufunun mâna ve maksatları anlayamayan dar kafalıların

bu mensubu da, O'nun (s.a.) söz konusu tasarrufu hakkında tıpkı daha öncekiler gibi

çirkin sözler sarf etmiş ve böylece sığ düşüncenin tipik bir örneğini vermiştir.

Ne var ki onların bu sığlıklarına rağmen Hz. Peygamber, Hâlid b. Velîd'in teklifini

-ki benzer durumlarda Hz. Ömer'in benzer tekliflerini de kabul etmemiştir- kabul

etmemiş ve onlara Müslüman muamelesi yapmıştır. Zira bir örnek şahsiyet olarak Hz.

Peygamber'in ahlâkında kin değil, affedicilik ve müsamaha esastır.

Mekke'nin fethi sırasında, müşrik olan ve daha önce kendilerinden her tür eza

cefa ve işkenceyi gördüğü kendi kabilesi Kureyşlilere de Hz. Peygamber şöyle demiştir:

"Ey Kureyşliler! Size ne gibi bir muamelede bulunacağımı düşünüyorsunuz? Onlar,

"Senden hayırdan başka bir şey beklemeyiz; (zira sen) iyi bir kardeş ve iyi bir

kardeşin oğlusun!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben sizin için, Yûsuf'un (a.s.) kardeşleri hakkındaki sözünü söyleyeceğim: Size

bir kızgınlık ve kınama yoktur! Serbest ve hür kimseler olarak gidin."

Resûlüllah (s.a.), bu gibi insanları affederek, onlar nezdinde yeni bir sayfa

açmış; böylece ashâbına da, kin ve kızgınlıklarını bastırmalarını öğretmiştir. Zira

ahlakı bir değer olarak amele dönüştürmek isteyen kişi, başkalarına galebe çalmaya

kalkışmadan önce nefsinin menfi telkinlerini kontrol etmelidir.


Bediüzzaman ve Ahlak-Amel Bütünlüğü


Yukarıda Kur'an ve Sünnet ışığında ele almaya çalıştığımız ahlak-edep-amel ve

medeni davranış bütünlüğü konusuna Bediüzzaman'ın yaklaşımı da tamamen Kur'an ve

Sünnet perspektifindedir. Zira genel olarak değerlendirildiğinde Bediüzzaman'a göre

ahlâkın esasları esasen Kur'an ve Sünnet'te belirlenmiş ve Hz. Peygamber'in şahsında

vücut bulmuştur.

Şu halde Bediüzzaman'a göre Kur'an'ın tebliğcisi Hz. Peygamber bu ahlâka insanları

davet etmiştir. Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dan ibarettir. Bu yukarıda naklettiğimiz

Hz. Aişe'nin "Onun ahlâkı Kur'an'dan ibarettir" sözünün ifadesidir. Bediüzzaman'a

göre O'nun bu ahlâkı insanlara olan davranış ve muamelelerinde ortaya çıkmıştır.31

O güzel ahlâkın tamamını şahsında cem etmiştir. Onun ahlâkı en yüce mertebede, sıfatları

da en yüksek derecededir. O bütün mahlukatın kemalinin misali, güzel ahlâkının temsilcisi

ve onun 'üsve-i hasene'sidir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Kur'ân'dan sonra en büyük mucizesi kendi

zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her bir haslette en yüksek

tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i

Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü

Vesselâm'ın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk." Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede

en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlikti. Şu mucize-i ekberi Allâme-i Mağrib

Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'ine havale ediyoruz. Elhak, o zat, o mucize-i ahlâk-ı

hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir."

Bediüzzaman'ın hayatı ve fikirleri tetkik edildiğinde hayatının her karesinde

ve her bir fikrinde esasen Kur'an'ın ve dolayısıyla Resûlüllah'ın (s.a.) ahlâkının

yansımaları görülür. Kendisindeki bu ahlâkî vasıflardan söz edildiğinde ise o, bunların

kendisine ait olmadığını, bilakis Kur'an'a ait olduğunu belirtmektedir. Bu ise ayrıca

üzerinde durulması gereken başlı başına üstün bir ahlâkî özellik yani tevâzudur.

Kaldı ki Kur'an'ı rehber edinmenin asıl anlamı da budur. Zira O'nun düşüncesinin

iki ana kaynağı vardır: Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'an'ın tatbiki olması hasebiyle Hz.

Peygamber'in sünneti ve sîreti. Bu ikincisi, esasen Kur'an ahlâkının amele (amel-i

salihe) değerin davranışa, fikrin aksiyona dönüşmesi, ahlâkın amelle bütünleşmesidir.


Bu açıdan bakılırsa Bediüzzaman'ın nazarında Hz. Peygamber, bütün insanlık için

"medenî davranış modelleri" sunmuştur. Allah'tan aldığı mesajların gereğini önce

kendi hayatında yaşamış ve böylece ümmetine ve bütün insanlığa örnek olmuştur. Bu

itibarladır ki, Bediüzzaman da yaşamadığı yani ahlâk ve amel haline getirmediği

hiç bir şeyi eserlerine yazmamıştır. Eserlerinde yazdıkları bizzat hayatında tatbik

edip amel ettikleridir. Bu açıdan O, Kur'an ve Sünnet ahlâkını hayatında ve eserlerinde

yansıtmış ve böylece özü-sözü bir, değer ve davranışı mutâbık bir alim prototipi

çizmiştir. Mesela, İhlas Risalesi'nde Bediüzzaman, ahlakın ve ahlakiliğin en yüksek

mertebelerini beyan ettiği gibi, "ihlası kıran" hususları da açıklamıştır. Esasen

bu Risale (Lem'a), başlı başına bir ahlak-amel bütünlüğü manifestosudur.

Bütün bunlar göstermektedir ki Bediüzzaman, temel olarak hakkaniyet, adalet,

uzlaşma ve dayanışmanın yoğurduğu bir ahlâk anlayışı önermektedir. Bu itibarladır

ki O'na göre seküler felsefeye dayalı etik sistemler, Kur'an'ın beyan ettiği ve

Hz. Peygamber'in hayatında modele dönüşen bu ahlâkî değerlere ulaşamaz. Bu açıdan

bakılırsa O'na göre insanın sadece çalışarak kemale erişebileceğini iddia eden felsefî

etik sistemler kendini kandırmaktadır. Zira Kur'an'ın bazı ayetlerinden de anlaşılacağı

üzere mü'min kalbinde çift yönlü bir aydınlatılma olur. Halbuki inanmayan onun ancak

bir tanesine sahip olabilir. Bu itibarla kanaatimizce Bediüzzaman'a göre "seküler

ahlak", nakıs bir ahlaktır ve kemal derecesine ancak dinle bütünleşince ulaşabilir.

"Dinsiz bir Müslüman" ve "gayr-i müslim bir mü'-min" tabirleriyle36 Bediüzzaman'ın

işaret etmek istediği de bu olsa gerektir.

Öte yandan Bediüzzaman'ın ahlâkî değerleri takdimdeki üslûbu da, ayrıca üzerinde

durulması gereken bir husustur. Onun bu üslubu, günümüz dünya toplumuna hitap edecek

şekildedir. Zira Bediüzzaman'ın ahlâkı imanla entegre ederek vurgulaması, hitap

ettiği kimselerde hiçbir kavga, çatışma ve rahatsızlık uyandırmadığı gibi tesirini

de kısa zamanda gösterecek özellikler taşır. Bunda onun insan fıtratına uygun yorum

ve tahlillerinin etkisi olduğu kadar, ortak insanlık dilini konuşmasının da payı

vardır. Zira Bediüzzaman evrensel bir dil kullanmaktadır. Tebliğimizin başında da

ifade ettiğimiz üzere ahlâkî ilkeler aslında evrenseldir ve çoğunlukla onları tek

bir kültüre mal etmek doğru değildir. Bu sebeple evrensel bir üslup ve dil kullanıldığında

farklı dil, din ve ırka mensup insanların aklı ve kalbi üzerinde etkili olmamak

mümkün değildir.

Risale-i Nur'un ilgili bölümleri dikkatle tetkik edildiğinde Bediüzzaman'ın ahlâk

anlayışında, yukarıda hadis perspektifli olarak değindiğimiz "edep" kavramının önemli

bir yeri olduğu görülür. Hatta onun ahlakı takdim etmedeki merkezi kavramlarından

birinin "edep" olduğu söylenebilir. Muhaddislerin daha ziyade ahlâkla ilgili hadisleri

tasnîf için kullandıkları "edep" kavramı, oldukça geniş kapsamlıdır ve hayatın her

alanını kapsamaktadır. Sadece temel hadis kaynaklarının "edeb" bölümlerinde yer

alan bazı hadisleri zikretmek bile bu konuda yeterlidir. Zira kaynaklarda bu konularda

sahih ve hasen nitelikli pek çok hadis bulunmaktadır. Bu hadislerin tamamı, bir

temel konu etrafında dönmektedir ki o da, ahlâk güzelliği, edep, adab-ı muaaşeret

ve "medeni davranış"tır.

Sayıları 644'ü bulan Buhârî'nin bu eserindeki başlıkları tek tek burada sayacak

değiliz. Ancak örnek olması bakımından "edep" ana başlığı altında yer alan bu alt

konu başlıklarından bir kısmını zikretmekte fayda mülahaza etmekteyiz. Böylece Bediüzzaman'ın

"Sünnet-i Seniyye edeptir…" sözünün isabeti ortaya çıkacaktır. Bu konu başlıklarından

bazılarını şunlardır:

"Ana-babaya iyilik etmek", "ana-babaya güzel sözler söylemek", "ana-babasına

lanet edene Allah da lanet eder", "müşrik ana-babaya iyilikte bulunmak", ölümlerinden

sonra ana-baba adına iyilik etmek", "babanın dostları ile alakayı kesmemek", "babasından

önce oturmayıp onun önünden yürümemesi", "sıla-i rahimde bulunmanın gerekliliği",

"akrabaya yakınlık derecesine göre iyilikte bulunmak", "zalim ve kötü ahlaklı akrabayı

ziyaret edenin fazileti", "üç kız kardeşin geçimini temin eden kimse", "babanın

edepli olması ve çocuğuna iyilik etmesi", "komşuların hal ve hatırını sormak", "komşusuzluk,

insanı huzursuz kılar", "komşulara yemek dağıtılması", "küçük bir iyilikle bile

olsa, komşunun komşuya iyilikte bulunması", "Yahudi komşu", "ister itaatkâr isterse

günahkâr olsun herkese iyilikte bulunmak", "yetimi gözetenin fazileti", "iyilikte

bulunana iyilikle mukabelede bulunmak", "yaptığı iyilik kişinin yardımcısıdır",

"her iyilik bir sadakadır", "Müslüman, kardeşinin aynasıdır", "hayra yönelten, onu

bizzat yapan gibidir", "insanlara karşı güler yüzlü ve mutlu görünmek", "insanlar

arasında sevilip sayılmak", "ülfet kurmak", "büyüklere saygı", "küçüklere karşı

merhamet", "eş ve çocuklara karşı şefkatli ve merhametli davranmak", "hayvanlara

merhametle muamele etmek", "hasta ziyaretinin fazileti", "inanmayanlara ziyarette

bulunmak", "sır tutmak", "hediye vermek ve kabul etmek", "misafire hizmet ve ikram",

misafirlikte ev sahibini zora sokacak şekilde uzun süre kalmamak", "kişiyi en beğendiği

isimle çağırmak", "müsâfaha etmek", "selâm vermek", "bir meclise girildiğinde, oturuş

halkası nerede bitiyorsa orada oturmak", "izinsiz iki kimse arasına girmemek."

Burada ancak küçük bir kısmını zikrettiğimiz edebe dair bu konu başlıklarının

hemen hemen hayatın her alanını kapsadığı görülmektedir. Hadis kaynaklarında bu

konuların her biriyle ilgili hadis veya hadisler bulunmaktadır. Bu da göstermektedir

ki, muhaddislerin ahlâkla ilgili hadisleri tasnif etmek için kullandıkları "edeb"

kavramı, oldukça geniş kapsamlı olup hayatın her alanını kapsamaktadır. Şu halde

ahlâk ve medenî davranış, hayatın tamamına hakim olan davranışlar bütünü olmaktadır.

Bediüzzaman da "edep" kavramını hayatın tamamına hakim olan davranışlar olarak

görmektedir. Zira "Sünnet-i Seniyye edeptir, hiçbir meselesi yoktur ki, altında

bir nur, bir edep bulunmasın" sözü ile o, Kur'an'ın hayata tatbiki olan sünnetin

özünü edep ve ahlâkın oluşturduğunu vurgulamaktadır.

Dikkat edilirse burada Bediüzzaman, "Sünnet-i seniyyede edeple ilgili pek çok

değer vardır" dememiş doğrudan Sünnet'in tastamam ve bütünüyle edepten ibaret olduğunu

ifade etmiştir. Bu ifade, Hz. Peygamber'in ahlâkı sorulduğunda Hz. Aişe'nin "Onun

ahlâkı Kur'an'dır" mealindeki ifadesine benzemektedir. Burada da Hz. Aişe "Onun

ahlâkı Kur'an'a benzer" dememiş doğrudan Kur'an'ın kendisi olduğunu bildirmiştir.

Şüphesiz bu durum, her yönüyle ahlak-ı hamide sahibi olmayı, bütün azalarıyla ahlakı

kuşanmayı gerektirir.

Öte yandan Bediüzzaman, Sünnet'teki edebe, "Sünnet-i seniyyedeki edep, o Sâni-i

Zülcelâlin hudutları içinde bir mahzı edep vaziyeti takınmaktır" diyerek açıklık

getirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki onun edepten kastı, her an Allah'ı görüyormuşçasına

hareket etmek, dolayısıyla her an Allah Teala'nın murakabesi altında olduğunun bilincinde

"ihsan" kıvamında bir kullukta bulunmaktır. Bunun ise Kur'an ve Sünnet'i azami ölçüde

tatbik ile mümkün olacağı, Hz. Peygamber'i örnek alarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmakla

gerçekleşeceği izahtan varestedir. Zira bütün Kur'an ayetleri ve hadisler, zevk,

estetik değerler ile yaratılış arasındaki ahenk ve dengeyi koruma, itidalli hareket

etme, sağlam bir fikrî temele, merhametli bir kalbe sahip olma ve nihayet bütün

bunların yönlendirmesiyle hayatı anlamlandıracak işlere (hayır işleri) yönelmede

insanoğluna rehberlik etmektedir. Bu noktada Bediüzzaman'a göre ahlak ile itidal

arasında bire bir ilişki olduğuna dair değerlendirme anlamlıdır. Kur'an'da itidal,

daha ziyade "vasatıyye=orta yol", kavramı olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan bakılırsa,

"Kur'an ve Sünnet'in özü, ifrat ve tefritten uzak itidal ve vasatıyye'dir" demek

abartı olmayacaktır.

Orta, normal, âdil, mutedil, hayırlı anlamlarına gelen "vasatıyye", esasen

iyi ve kötünün ortası, iki tarafı eşit olan bir nesnenin ortası, tarafları eşit

olan şey ve merkezin kutuplara olan uzaklığını eşit hale getirip taraflara eşit

mesafede durmak anlamlarına gelir. Bir başka deyişle vasatıyye, ifrat ve tefritin

ortasını bulmak, bunlara karşı eşit mesafede durmak, kısaca itidal üzere olmak diye

tanımlayabiliriz. İsraf ve cimrilik arasında orta yol olan cömertlik buna örnektir.

Nitekim yukarıda da zikredildiği üzere Kur'an ve Sünnet'teki kullanımlar buna uygundur.46

Kur'an ve Sünnet'teki bu genel vasatıyye ve itidal anlayışından hareketle Bediüzzaman,

her türlü aşırılığı (ifrat-tefrit) ahlaksızlık olarak değerlendirmiştir. Zira ona

göre bütün peygamberler ve erdemli insanların davranışları, ifrat ve tefritten uzak

dengeli, mutedil ve vasatıyye üzere olmuştur.

Ahlâkın ve yukarıda medenî davranış olarak ifade ettiğimiz "edeb"in yansımalarından

biri de, İslâm'ın, Müslüman'dan her gün yerine getirmesini istediği hayır işleri

(sadaka-i cariye)dir. Bu esasen yukarıda da üzerinde durduğumuz ahlâkın amele, değerin

davranışa dönüşmesidir. Mesela toplumdaki açların doyurulması, yaralının tedavi

edilmesi, hastaların şifa bulmalarına vesile olunması, giyecekleri olmayanların

giydirilmesi, hasta ve düşkünlere yardım elinin uzatılması gibi, Müslüman'dan yapılması

istenen hayır işlerinin pek çok yöntemi bulunmaktadır. İslâm'ın üçüncü rüknü olan

zekât müessesesi de esasen bu gayeye matuftur. Ancak ahlaki kıvamı yakalamış İslam

toplumunun fertleri zekat vecibesinin ile yetinmeyip onun ötesinde hayırda yarışan

müminlerdir. İlk İslam toplumunun fertleri olan sahabede de gördüğümüz üzere, bu

özellik onların en temel ahlâkî özelliklerindendir.

Ebû Hüreyre'den rivayete göre de Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah

Teâla kıyâmet günü, 'Ey Ademoğlu! Senden yiyecek istedim; beni doyurmadın!' diyecek.

Ademoğlu: 'Ey Allah'ım! Seni nasıl doyurabilirim ki! Sen âlemlerin Rabbisin!' diyecek.

Allah Teâla,'Bilmez misin ki, filan kulum senden yiyecek istedi, sen onu doyurmadın.

Bilmez miydin ki, onu doyurmuş olsan; bunu benim katımda bulacaktın!' buyuracak.

'Ey Ademoğlu! Senden su istedim; beni sulamadın!' diyecek Ademoğlu, 'Ey Allahım!

Ben seni nasıl sularım! sen alemlerin Rabbisin!' cevabını verecek. Allah Teâla,

'Filan kulum senden su istedi; ona su vermedin! Onu sulamış olsaydın bunu (n karşılığını)

benim nezdimde bulurdun! buyuracaktır."

Dikkat edilirse bu hadiste, sözü edilen hayır işlerinin Allah katındaki değerini

göstermek amacıyla son derece etkileyici bir tasvir yapılmıştır. Zira Allah Teâla

bu tasvirinde, kullarının yine kullardan temin edeceği açlık, susuzluk gibi ihtiyaç

ve istekleri, "Senden yiyecek istedim; beni doyurmadın!… Senden su istedim; beni

sulamadın!" buyurarak, kendi mukaddes zatına nisbet etmiştir.

Şu halde, bu hadisi işitip hayır işlerine yönelmeyen, yaratılanlara yardım için

iradesini ortaya koymayan kimseler, öz itibariyle ahlakının dumura uğraması ve dolayısıyla

kalbinin katılaşması neticesinde hayır işlerinden mahrum bırakılmış kimselerden

başkası olmayacaktır. Bu durum aynı zamanda, Bediüzzaman'ın ifadesiyle "ahlâk-ı

rezîlenin" hem sebebi hem de sonucudur. Zira ona göre fert ve toplumların fesadının

ve kötü ahlâkın esas kaynağı, iki anlayışta (kelimede) gizlidir:

Birincisi, "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne."

İkincisi ise, "İstirahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."

Bediüzzaman daha sonra birinci anlayışın devasının zekat olduğunu ikincisinin

devasının ise, faizin yasaklanması olduğunu; ancak insanların bu Kur'an fermanına

kulak vermediğini ifade etmiştir. Bu çarpıcı ifadeleriyle Bediüzzaman, esasen günümüz

toplumlarının fesadında önemli rolü olan "bencillik", "benmerkezcilik" gibi tamamen

su-i ahlâk (ahlak-ı rezile) ile alakalı iki noktaya dikkatimizi çekmiştir.

Sonuç

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, Bediüzzaman'ın ahlak telakkisinde ahlak-amel,

değer-davranış bütünlüğü son derece önemi haizdir. Ahlakın amele dönüşmesinde ise

o, kanaatimce iki hususun önemine daha ziyade vurgu yapmıştır:

1. Bir örnek şahsiyet, ahlak abidesi olarak Hz. Peygamber

2. Bu örnek şahsiyetin (Hz. Peygamber) sünnetinin bütününde tezahür eden "edep".

Esasen bu iki husus, bir değer olarak ahlakını amele ve davranışa dönüştürmek

isteyen kişi için önem arz eder. Zira Bediüzzaman, bir yandan Kur'an tabiriyle "üsve-i

hasene" olan ve "büyük bir ahlak üzere gönderildiği" bildirilen Hz. Peygamber'in

şahsiyetini bir rol model olarak öne çıkarırken diğer taraftan da, "Sünnet-i Seniyye

edeptir…" sözüyle, O'nun (s.a.) ahlakının tezahürlerinin Sünnet'le ortaya çıktığını

ifade etmektedir.

Öz

Din, bu dünyada ahlâklı davranmayı öğretir ve esasen Dinin mesajı da bu dünyada

ahlâk ekseninde bir dünya hayatı sürülmesi içindir. Bir anlamda dinlerin ve dolayısıyla

İslâm'ın öğretilerinin temel esprisini ahlâk oluşturur. Şu halde hangi açıdan bakılırsa

bakılsın, dinle ahlâkın yakın bağının olduğu görülür.

Konuşulan ahlâkî değerlerin davranış bilincine, hayat tarzına kısaca amel ve

aksiyona dönüştürülmesi esastır. Bu noktada kişinin iradesi, kişinin hayata bakışı

ve sorumluluk duygusu öne çıkmaktadır.

Bu çalışmada Kur’an ve Sünnet'e göre ahlakın kaynağı ele alınmakta, Bediüzzaman'ın

fikirlerinde de yararlanılarak ahlaki değerlerin hayat tarzına dönüştürülmesinin

önemi örnekleriyle incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kur’an, Sünnet, ahlak, amel, değer-davranış

Dipnotlar

1. Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 15.

2. Yahudi ve Hıristiyan kültüründen süzülüp gelen ve hukuki ve ahlaki öğreti

ve değerlerin İslam'daki durumunda bir değerlendirmede yöntem olarak kullanılan

"şer'u men kablena", "israiliyyat", ve "hikmet" kavramları hakkında geniş bilgi

için bk. Özcan Hıdır, Yahudi Kültürü ve Hadisler, İstanbul (İnsan Yayınları) 2006.

3. Topçu, Nurettin, İsyan Ahlakı, İstanbul 1995, s. 20-21 (Mustafa Kök'ün önsözü).

4. el-A'râf, 7/175-76.

5. Bu ve buna benzer diğer hadisler için bk. Müslim, Zikir, 73; Ebû Dâvûd, Vitir,

32; Tirmizî, Deavât, 68; Nesâî, İstiâze, 13, 18, 21, 64; İbn Mâce, Mukaddime, 23;

Duâ, 2, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 167, 198, 340, 365, 451; III, 192, 255.

6. Mektubat, 9. Mektup, Envar Neşriyat, Istanbul 2003, s. 34.

7. Hadisin bir başka rivayetinde ise, "mekârime'l-ahlâk=güzel ahlâk" yerine,

yine aynı mâna verilebilecek olan, "sâliha'l-ahlâk" ifadesi kullanılmıştır. Hadis,

muteber hadis musannefatında "mekârime'l-ahlâk" şeklinde değil de "husne'l-ahlâk"

lafzıyla geçmektedir (bk. Muvatt', Husnü'l-hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II,

381. Metinde zikredildiği şekilde Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bu hadis, İbn Sa'd'ın

Tabakât'ında (bk. I, 192), Buhârî'nin el-Edebü'l-müfred'inde (bk. s. 273), Hâkim'in

Müstedrek'inde ve Beyhakî'nin Şuabu'l-îman'ında yer almaktadır.

8. Bu hadisi Hâkim, Sehl b. Sa'd'dan rivayet etmiştir (bk. Sahîhu'l-Câmiu's-sağîr,

Hadis no: 1889).

9. Müslim, Zikir, 71; Nesâî, Sehv, 89; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 399.

10. el-Ahzâb, 33/21.

11. el-Kalem, 68/4.

12. Bu ve Resûlüllah'ın ahlâkı ile ilgili diğer hadisler için bk. Müslim, Müsâfirîn,

139; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26; Tirmizî, Birr, 69; Nesâî, Kıyâmu'l-leyl, 2; İbn Mâce,

Ahkâm, 14; Dârimî, Salât, 165.

13. Mektubat, 19. Mektup, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 179.

14. Tirmizî, Rada', 11; Îmân, 6.

15. Hadisi Ebû Nuaym ve Taberânî Evsat'ta Ebû Saîd'den rivayet etmiştir. Sahîhu'l-Câmiu's-sağîr'de

de hadis Elbânî, hasen olarak görmüştür (bk. Hadis no: 1231).

16. Ebû Dâvûd, Edeb, 7; Muvatta', Hüsnü'l-hulk, 6.

17. Tirmizî, Birr, 55; Dârimî, Rikâk, 74; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 153, 158,

169, 228.

18. el-A'râf, 7/199.

19. el-Furkân, 25/63.

20. Âl-i İmrân, 3/134.

21. Buhârî, Büyû', 16; İbn Mâce, Ticâret, 28; Mâlik, Muvatta', Büyû', 100.

22. Müslim, Birr, 77.

23. Müslim, Birr, 78.

24. Müslim, Birr, 78.

25. Buhârî, Vudû', 58; Edeb, 80; Ebû Dâvûd, Tahâret, 136; Tirmizî, Tahâret, 112.

26. Buhârî, Libâs, 18; Edeb, 68; Humus, 19; İbn Mâce, Menâsik, 30; Libâs, 1.

27. Buhârî, Humus, 19; Müslim, Zekât, 140.

28. et-Tevbe, 9/60.

29. Müslim, Zekât, 144; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 4.

30. Bu rivayeti İbn Hişâm Sîre'sinde (bk. II, 274) ve İbnü'l-Cevzî, İbn Ebi'd-Dünyâ

tarikiyla el-Vefâ'sında zikretmiştir. Ancak Irâkî'nin İhyâ'nın hadislerinin tahricinde

de belirttiği üzere, bu rivayet zayıftır.

31. Mektubat, 19. Mektup, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 212.

32. Mektubat, 19. Mektup, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 179.

33. Lem'alar, 21. Lem'a (İhlas Risalesi), Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 164.

34. Bu konudaki görüş ve değerlendirmeler için bk. Duran, Bünyamin, Akıl ve Ahlak,

İstanbul 2002, s. 100.

35. Abdullah Draz, Kur'an Ahlakı, İstanbul 2002, s. 39.

36. Mektubat, 9. Mektup, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 34.

37. Buharî'nin el-Câmiu's-sahîh'inin "Edeb" bölümü, toplam 256 hadis ihtiva etmektedir.

Bununla birlikte aynı eserin Nikâh, İsti'zân, Tıp, Rikâk, Et'ime, Eşribe ve Temennî

gibi bölümleri de, konuyla yakından ilgili hadisler ihtiva etmektedir. Müslim'in

Sahîh'inde bulunan "Âdâb" bölümünde de 45 hadis yer alır. Ne var ki, "Selâm" bölümündeki

155, "Birr"de bulunan 166 ve "Elfâz mine'l-edeb" kısmındaki 21 hadis de, "Âdâb"

bölümündeki 45 hadise ilave edilebilir. Ayrıca Sahîh'in değişik bölümlerinde bulunan

konuyla alakalı diğer hadisler de, aynı şekilde mütâlaa edilebilir. Ebû Dâvûd'un

Sünen'inin "Edeb" bölümü ise, konuyla ilgili 180 değişik konu başlığı altında beş

yüzden fazla hadis ihtiva eder. Öte yandan Buhârî, konuyla ilgili hadisleri özel

olarak öne çıkarak bu konuda müstakil bir kitap telif etmiş ve bu eserdeki hadisleri

Sahîh'indekilerden ayırmak için de ona, el-Edebü'l-müfred ismini vermiştir. Bu eserinde

o, Sahîh'inde olduğu gibi, hadislerin en üst derecede sahih hadisin şartlarını taşımasını

şart koşmamıştır. el-Edebü'l-müfred'de Buhârî, toplam 1322 hadise yer vermiştir.

38. Lem'alar, 11. Lema, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 54.

39. Lem'alar, 11. Lema, Envar Neşriyat, İstanbul 2003, s. 54.

40. Bk. Duran, Akıl ve Ahlak, s. 106.

41. "Vasat" kelimesinin muhtelif kullanımları ve bu kullanımlara yönelik anlamları

için bk. İbn Fâris, Mu'cemu mekâyîsi'l-luga, VI, 108; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab,

VII, 427-30.

42. Bk. Rağıb, Müfredât, s. 543; Âsım Efendi, Kamûs, II, 524.

43. Feyyûmî, Misbâh, s. 822.

44. Zemahşerî, Keşşâf, I, 98.

45. Ancak "vasat/vasatıyye" terimi dikkatle incelendiğinde onun, kullanıldığı

yere göre değer ve anlam ifade ettiği farkedilir. Zira bu terim, bazan ifrat ve

tefrit gibi iki mezmum kutbu olan bir şey hakkında kullanılır. Bazan da övülen ve

yerilen diye iki kutba sahip bir şeyin ortası olmak anlamında kullanılır ki, "hayır"

ve "şer" arasındaki vasat/orta yol da bunun misalidir. Bu ikinci durumdaki "vasat",

düşüklükten kinayedir. Zira buna göre "vasat adam" denildiğinde, onun övgüye layık

biri olmadığına dikkat çekilmektedir (Bk. Rağib, Müfredât, s. 544. Ayrıca bk. Cevherî,

Sıhâh, I, 568).

46. Bu konudaki Kur'an âyetlerini yukarıda beyan etmiştik. Hz. Peygamber de bazı

hadislerinde bu yönde emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela bir hadislerinde

O (s.a.v.), "Allah'tan cenneti istediğinizde Firdevs'i isteyin. Zira Firdevs, cennetin

en hayırlı (evsat) yeridir" (Buhârî, Cihâd, 4; Tirmizî, Cennet, 4) buyururken diğer

bir hadisinde de, "…Amellerin en hayırlısı orta (mutedil) olanıdır" (Deylemî,

Firdevs, II, 331) buyurmuştur.

47. Bu yöndeki değerlendirmeler için bk. Duran, Akıl ve Ahlak, s. 106, 107.

48. Müslim, Birr, 43.

49. İşaratü'l-İ'caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 49; Sözler, 25. Söz,

Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 373; Mektubat, 22. Mektup, s. 273.


Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0