Çok Hukukluluk Ve Aracılık/Tahkim Bağlamında Osmanlı Ve Türk Hukuk Sistemlerinin Karşılaştırılması

Prof. Dr. Recep ÇİĞDEM 2024-10-09

Çok Hukukluluk Ve Aracılık/Tahkim Bağlamında Osmanlı Ve Türk Hukuk Sistemlerinin Karşılaştırılması

Özet

Uzun dönem farklı kıtalarda hüküm süren Osmanlı, arkasında çok yüklü ve geniş bir miras bırakmıştır. İç karışıklığın hüküm sürdüğü Ortadoğu’da, barışı sağlamış ve farklı kültürlerin bir arada yaşamasını başarabilmiştir. Bu başarının arkasında yer alan temel normlardan birisi hukuktur. Zira hukuka güvenin yok olduğu ortamlarda anarşi ve eşkıyalık hüküm sürer. Uzun dönem barış içerisinde farklı din, dil ve ırkları bir arada tutmayı başaran Osmanlı’nın en temel dinamiklerinden birisi millet sistemi anlayışına uygun olan çok hukukluluktur. Osmanlı’da farklı dinlere mensup bireyler özel hukuk alanında kendi hukuk sistemlerine uygun yargılanabilmekteydiler. Günümüzde, İngiltere’de de benzer bir sisteme hakem anlayışı içerisinde kapı aralanmıştır. Çağdaş Türk hukukunda da alternatif çözüm yolları aranmaktadır. Hakemlik sistemi ve son dönemlerde avukatlara verilen yetkiler, bu gelişimin en temel göstergeleridir. Biz bu çalışmada, Osmanlı’nın çok hukukluk anlayışı ile adaletin işleyişini, çağdaş Türk hukuku ile mukayeseli inceleyeceğiz.

Giriş

Toplumları ayakta tutan bazı dinamikler vardır. Bunların arasında, ortak tarih, din, dil ve hukuk temel sütunları teşkil eder. Irkları, cinsiyetleri, din, dil ve hukukları farklı olan milletlerin barış için yaşamalarını sağlamak çok zordur. İmparatorluklar içerisinde uzun dönem bunu başarabilmiş olanlar çok azdır. Osmanlı altı asır bunu başarabilmiş, bugün küresel güçlerin gövde gösterisine dönüştüğü ve iç savaşın hüküm sürdüğü coğrafyaları bir arada tutabilmiş ve dinlerini, mabetlerini, haklarını, hukuklarını, kimliklerini koruyabilmiştir. Bunu başarabilen bir toplumun ve devletin dinamiklerini incelemek, günümüz sorunlarının çözümüne de ışık tutabilecektir. Bu dinamikler arasında yer alan en temel kural adaletin sağlanması, toplumun hukuksal kararları içtenlikle kabul edebilmesi, hak ve adaletin sağlandığına olan inancını koruyabilmesidir. Bunu sağlamanın en temel öğelerinden birisi, insanların inandığı, hem dünya hem de ahrette kendisini kurtaracağını düşündüğü veya en azından kendisine yakın hissettiği hukuk kurallarının uygulanmasıdır. Çağdaş dünyada ciddi anlamda tartışılan, ancak hukukta teklik/yeknesaklık ilkesine aykırılık nedeniyle kabul görmeyen, İngiltere gibi bazı ülkelerde tahkim temelli uygulanan çok hukukluluk8 Osmanlının kuruluşundan dağılışına kadar önem verdiği temel ilkelerden birisidir. Zira bu anlayış, her ne kadar 19. Yüzyılda yabancıların Osmanlının içişlerine müdahalesi olarak karşımıza çıksa da, toplumların içselleştirebileceği ve birbirine saygı duyabileceği ve uzun asırlar birlikte yaşayabileceği bir sistemdir. Ayrıca, ‘geciken adalet, adalet değildir prensibinden hareketle hukukun hızlı ve ucuz işlemesi toplumun adalet sistemine olan inancını veya güvenini artırmaktadır. 20-30 yıl bir davanın sürmesi, bürokratik engeller, delillerin uzun yıllar toplanamaması, zaman aşımından davaların düşürülmesi, toplumun adalete olan inancını zedelemektedir. Osmanlıyı ayakta tutan en temel ilkelerden ikisi, insanların inançlarına uygun hukuk sistemlerini seçebilmeleri ve hukukun hızlı işlemesi olabileceğini düşünmekteyiz. Bu nedenle, bu çalışmamızda, Osmanlıda çok hukukluluk sistemi ile adaletin işleyişini ele almaya çalışacağız. Diğer sosyolojik, ekonomik, siyasal nedenlerin incelenmesini alanın uzmanlarına bırakmaktayız.

Çok Hukukluluk

Modern hukuk anlayışı, tek hukuk sistemine vurgu yaparken, postmodernist anlayış, birden fazla hukuk anlayışı bulunabileceğini, bu bağlamda evrensel bir hukuk olamayacağını savunur. Bu anlayış, çok hukukluluk kavramına kapı aralamıştır. Bu kavramın farklı farklı tanımları yapılmıştır. Bu tanımları ele alan ve eksikliklerine dikkat çeken Griffiths hukuki çoğulculuğu, çoklu, iç içe geçmiş, yarı bağımsız sosyal alanların gerçekliğine dayanan dinamik bir normatif heterojenlik olarak ifade eder. Merkezi hukuk anlayışını eleştiren Griffiths, tek hukukluluğun bir efsane olduğunu, çok hukukuluğun ise gerçek olduğunu ifade eder. Hukûki çoğulculuğun eski dönemlerde de varlığından bahseden Griffiths, modern hukuki çoğulculuğu sömürge dönemi ile başlatır. Çok hukukluluğun modern uygulmasının, İngilizler tarafından 1772 yılında Hindistan’da özel hukuk alanında İslam hukukuna tanınan yetki ile başladığını belirtir. Diğer sömürgeci Avrupa devletlerinin de benzer şekilde farklı yerel hukuklara yetkiler verdiğinden söz eder. Bu durumu yaşayan hukuk olarak niteleyen Masaji Chiba, bunun görmezden gelinemeyeceğini belirtir. Hukukun ithal edildiği ülkelerde iki farklı hukukun oluştuğunu belirtir. Asya ülkelerinde dayatılan Batı hukukunu eleştiren Chiba, hukuku ölü ve yaşayan olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre, ithal kanunlar yöresel değerlere ve kültüre zarar vermiştir. Bazen yöresel hukuk Batı hukuku içinde asimile olurken bazen de halk kendi hukukuna sıkı sıkıya bağlanmış ve batı hukukunu reddetmiştir. Bu durumda ithal edilen kanunlar, ölü olmaya mahkum olmuşlardır. Bazı durumlarda da ithal hukuk, yöresel değerlerle çatışmayacak şekilde değişikliğe tabi tutulmuştur. Son dönemlerde, azınlıkları ve farklı kültürleri korumak adına çok hukukluluktan daha fazla bahsedilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, Canterbury başpiskoposu Rowan Williams, Müslümanların İngiliz adalet sistemine adapte olamadık larını, bu nedenle sosyal birlikteliği artırmak için kendi adalet sistemlerinin yani İslam hukukunun İngiltere tarafından tanınması gerektiğini belirtmiştir. İslam toplumunda çok hukukluluk anlayışı, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicreti ile uygulanmaya başlamış bir sistemdir. Kur’an, ehl-i kitabın kendi inançlarına uygun şekilde yargılama yapılmasını açıkça belirtmiştir. İlgili ayetler şöyledir: ‘Yanlarında Allah’ın hükmü bulunan Tevrat olduğu halde seni nasıl hakem tutuyorlar ve daha sonra da [senin kararından] yüz çeviriyorlar? İşte onlar, gerçek inanan değildirler.’ ‘Tevrat’ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. [Allah’a] teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hüküm verirlerdi. Rabbâniyyûn ve Ahbâr da Allah’ın kitabından (Tevrat’tan) öğrendikleri (bimâ üstühfizû) ile hükmederlerdi. Zaten onlar Allah’ın kitabına tanıklardı [onun hükümlerini biliyorlardı]. Öyleyse, insanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın [para karşılığı/rüşvet alarak, yanlış karar vermeyin]. Allah’ın indirdiği ile [Tevrat] hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.’ ‘İncil ehli, Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetsinler. Allah’ın indirdiğiyle [İncil ile] hükmetmeyenler fasıkların/ günahkarların ta kendileridir.’ Medine site anlaşmasının ilgili maddelerine göre de çok hukukluluk vazgeçilemez bir ilkedir. İlgili maddelerden bazıları şöyledir: “Avf Yahudileri müminlerle beraber bir ümmet oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna, gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya bir cürüm îka ederse, o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır.” Hz. Peygamber, farklı yazışmalarında Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini, mallarına, canlarına, dinlerine ve mabetlerine dokunulmayacağını ifade etmiştir. Ömer b. Abdulaziz (v. 101/720), Hasan Basri’ye (v. 110/728) mektup göndererek şu soruyu yöneltir: ‘Zimmilerin yakın akrabaları ile evlenmeleri, şarap ve domuz sahibi olmaları konusunda müdahale etmeyen Hulefâ-i Râşidin hakkında ne dersin?’ Hasan Basri şöyle cevap verir: ‘İnandıkları gibi yaşamalarının serbest olması için cizye öderler. Sen buna tabi ol, yeni şeylerihdâs etme [onlara karışma].’ İbn Hümâm (v. 861/1457) konuyu şöyle devam ettirir: ‘Fetihlerden günümüze kadar, yöneticiler ve yargıçlar, onların bu tür işleri yaptıklarını bildikleri halde [yakın akrabaları ile evlenmeleri, şarap ve domuz sahibi olmaları], onlarla uğraşmadılar, bu noktada icma hasıl olmuştur.’ 30 Yukarıdaki ifadelerden anlaşılabileceği gibi, Hanefi bilginleri, Gayrimüslimlerin hukuki muhtariyete sahip olduklarını açıkça ifade etmişlerdir. Hatta Ebu Hanife’ye (v. 150/767) göre, Gayrimüslimlerden birisi nikah akdi ile ilgili, İslam mahkemesine müracaat etse, diğeri müracaat etmese, davaya bakılmaz, zira taraflardan birisi, kendi inancına göre nikaha devam etmek istemektedir, öyleyse bu hak kendisine tanınmalıdır. Gradeva, Osmanlı millet sistemi içinde, zimmilerin (Gayrimüslim vatandaş) sınırlı da olsa, hukuksal ve politik muhtariyetleri olduğunu ifade etmektedir. Ortodoks din adamlarının evlenme, boşanma gibi aile hukukuna ait ve dini hükümleri ilgilendiren konularda tam adli muhtariyete sahip oldukları, kendi kiliselerine kayıtlı olanları yargılayabildikleri ve iç yönetimsel sorunları çözmeye yetkili olduklarını belirtmektedir. Taraflardan birisinin Müslüman olduğu davalar ile ceza davalarında kadı mahkemelerine gitmelerinin zorunlu olduğunu ifade etmektedir. Hıristiyan din adamlarının, kendi tebaalarının Müslüman kadı mahkemesine gitmemeleri için uyarıda bulundukları, gidenler için ağır cezalar öngördüklerini belirtmekte ve 1788 tarihli şu karara atıf yapmaktadır: ‘Kilise mahkeme kararlarını kabul etmeyerek, yabancı mahkemelere gidenlerin davaları bir daha kilise mahkemeleri tarafından görülmemelidir. Onlar reddedilmeli… ve kilise tarafından cezalandırılmalıdır…’ Aynı karar kilise yetkisini ise şöyle ifade etmektedir: ‘… Piskoposlar kendi bölgelerinde, Hıristiyan medeni hukukuna ait olan miras, borçlar ve diğer tüm dünyevi davaları ve tüm hukuksal problemleri çözmelidirler… Bu nedenle, Piskoposlar sadece dini hukukta değil medeni hukukta da uzman olmalılar, hukuk ve akıl dışı kararlar almamalıdırlar.’ Gradeva, 17. yüzyıla ait kilise mahkeme belgelerinden, özellikle şehirlerde, halk ile din adamlarının bağlılığının güçlü olduğu yerlerde, yukarıda yer aldığı şekilde davaların görüldüğünün anlaşıldığını, hatta kilise mahkemelerinin kredileri ve mal alım satımlarını kaydettiklerini ifade etmektedir. Yine bu belgelerde, Hıristiyan din adamlarının, devlet yetkililerin den ve mahkemelerden, kendi hukuki yetkilerinin kullandırılmasının sağlanmasını, yani davaları kendilerinin görmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını istedikleri görülmektedir. Gradeva, bu konu ile ilgili şu fermana atıf yapmaktadır: ‘Evlenme ve boşanma ile ilgili tüm konular, Varna Piskoposuna götürülmeli, mahalle imamlarına götürülmemeli ve kadılar da kilise mahkemeleri tarafından verilen dini cezaları bozmamalıdırlar.’ Ona göre, kendi mahkemelerinde boşanan Hıristiyanlar, bu kararları zaman zaman kadı mahkemelerinde de kayıt ettirmişler, böylece iki güçlü belgeye sahip olmuşlardır. 1764 yılına ait bir fermanda, Yunan ve Ermeni din adamlarına, kendi cemaatlerinde problem çıkaranları cezalandırma yetkisi verilmiştir. Aynı ferman, şüpheli evliliklere kadıların bakmamasını ifade etmektedir. Hıristiyanların, arabulucu olarak görev yapmış olabileceklerini ve kadı mahkemelerinde görev aldıklarını örneklerle ifade etmektedir. Bütün bunlara rağmen, İslam hukukunun lehlerine olan hükümlerinden yararlanmak (mehir gibi), kadı mahkemesinin düşük masrafları ve güvenli belgeye ulaşmak veya kendi mahkeme kararlarının kendilerini tatmin etmeme gibi nedenlerle kadı mahkemelerine de Hıristiyanların başvurduklarını ifade etmektedir. Hıristiyanların Müslümanlardan uzak durmaları yönünde din adamlarından gelen uyarıları dikkate almadıkları, Müslümanlarla barış içinde yaşadıkları, birlikte şirketler kurdukları, gayrimenkulleri birbirlerine sattıklarını, Müslümanlar aleyhine açtıkları bazı davaları kazandıklarını belirtmektedir. 1856 tarihli Islahat fermanında da Gayrimüslimlerin özel hukuk alanında muhtariyete sahip oldukları şöyle vurgulanmıştır: ‘…ve Hıristiyan vesâir tebayı gayri Müslimeden iki kimse beyninde hukuki irsiye gibi deâviyi mahsûsa sahibi dava olanlar istedikleri halde patrik ve rüesa ve mecâlis marifetiyle ru’yet olunmak üzere havale kılınması…’ 1891 tarihinde, Rum patrikhanesinin imtiyazât-ı kadime-i mezhebiyyesinin idâme-i mahfuziyyeti hakkında irade-i seniyye yayımlanarak, özel hukuk alanında yetkilerinin devam ettiği bildirilmiştir. Gradeva’nın belirttiği gibi, zimmilerin şer’iyye mahkemelerine gitmelerini engellemek için ilgililerin Osmanlı makamlarına müracaat ettikleri bilinmektedir. Bunlardan birisişöyledir: ‘Kayseri ve mulhakâtı metropolidi Yanisyon nam rahibin, akd ve feshi nikah için iki zimmi arasında ıslah etmesi elindeki berat hükümlerinden olduğu halde, bazı zimmi ve müstemenlerin (şer’î) mahkeme ve imamlar vasıtasıyla işlerini görmelerinden dolayı Hıristiyan kadın ve çocukların zarar gördüğü beyanıyla, kadı ve naiblerin bu gibi işlere karışmamaları istidasına dair İstanbul Rum patriğinin 21 Safer 1248 (1832) tarihli arzuhali.’ Ortaylı konuyla ilgili şu bilgiyi vermektedir: ‘Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu tarihte Roma İmparatorluğu’ndan sonra dini toleransın en çok görüldüğü, üstelik bu toleransın zamana ve hükümdarın kişiliğine bağlı olmaksızın kurumsallaştığı bir devletti. Cemaatlerin sadece dini değil, iktisadi, adli ve maarife ilişkin işleri kendilerine bırakılmış, hatta ruhani liderler ve kurumlara rütbe, imtiyazlar bahşedilmiştir.’ Osmanlı’da Tanzimat ile birlikte hukuk ve adliye yeniden ele alınmış, çok hukukluluk yerine hukukta teklik ve yeknesaklık prensibi esas alınmaya başlamıştır. Zimmiler her ne kadar kendi hukuklarına hala sahip olsalar da bu hukukun şer‘iyye mahkemeleri aracılığı ile uygulanması gündeme gelmiş ve bu bağlamda, 1917 tarihli Osmanlı Hukuki Aile Kararnamesi hazırlanmıştır. Zimmiler, muhtariyet haklarını tamamen bu kararname ile kaybetmişlerdir. Zimmilerle ilgili yapılan düzenlemenin gerekçesi şöyle ifade edilmiştir: “… Gayrimüslimler hakkında da onların ahkâm-ı mezhebiyyesinden kavâidi lâzımeyi istihrâc ve telfik ile müşterek mesâilin cümleye âm ve şâmil olacak bir surette tedvini ve Müslümanlar hakkında yazılacak kavâidi umumiyyeden ahkâmı mezhebiyyelerine ademi tevâfuku zahir olanların Gayrimüslimlere şâmil olmayacağını ve istinaden Müslim olmayanlara mahsus olarak lazimü’t-tatbîk olan mesâili ayrı ayrı zikir ve tashîh etmek sûretiyle onların akâid-i dîniyyelerine riâyet ve ta‘dâd olunan bütün mahzurların bertaraf edilmesi kâbil olduğundan, tertîb olunan lâyihay-ı kânûniyyede bu esas takib edilmiş ve Gayrimüslimlerin ahkâmını cem ve tertîb ve tanzîm hususunda da Müslim olmayan erbâb-ı ihtisâsın ma’lumatlarından istifade edilmiştir… Milel-i gayrimüslimeye aid mevâd ahkâmı da el-yevm hahamhâne ve patrikhânelerce mer’î ve muteber ahkâm-ı diniyye cümlesinden olmakla, bunlar hakkında dahî ayrıca esbâb-ı mûcibe ityânına lüzûm görülmemiştir. Kararname ile yapılan bu düzenleme, ancak bir buçuk yıl kadar yürürlükte kalabilmiş ve 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır. Ekinci’nin ifadesi ile ‘böylece hem muhafazakâr Müslümanların hem de adlî otonomisi kaldırılan zimmîlerin reaksiyonu sebebiyle bir buçuk sene sonra ilga olunmuştur.’ Kararnamede Hanefi mezhebi dışında görüşlere yer verilmesi, mezhep taassubu bulunan bazı ulemanın ciddi eleştirilerini beraberinde getirmiştir. Son olarak, kilise/havra mahkeme kayıtları üzerine yapılan çalışmalar yetersiz olduğundan, istatiski bilgiye sahip olmadığımız gibi dava türleri ve muhakeme yollarını da detaylı bilememekteyiz. Bunlar üzerinde yapılacak çalışmalar, çok hukukluluğun işleyişi hakkında daha fazla bilgi sunacaktır.

Türk Hukuk Sistemi

Türk hukuk sistemi, laik ve seküler anlayışa sahip üniter hukuktur. Çok hukukluluk sisteminin tartışmaya açılması, laikliğe aykırılık olarak yorumlanmaktadır. İngiltere gibi laik olan modern ülkelerde bu, bir sorun olarak görülmemekte, laikliğe aykırı olarak yorumlanmamaktadır. Bu bağlamda, isteyenlere kendi inanç sistemlerine göre hukuki problemlerini çözme imkanı sunulmaktadır. Türk hukuk sisteminde hakem anlayışının bulunması ve avukatlara hukuki sorunları çözme yetkisi verilmesi alternatif arayışların bir ürünüdür. Avukat sorunu, örfe uygun olarak veya İslam hukuku prensiplerini gözeterek çözüme ulaştırsa bu laikliğe aykırılık olarak yorumlanmamalıdır. Zira amaç sorunun çözülmesi ve tarafların bu çözümü kabullenmesidir. Örneğin, borçlar hukukunu ilgilendiren bir konuda, İslam hukuk ekollerinden birisinin prensiplerine uygun olarak dava çözümlense, bunun laikliğe aykırı hangi yönü bulunabilecektir? Devletler hususi hukukunun temel prensiplerine göre, özel hukukta kişiler sıkı bağlı oldukları hukuk sisteminin kurallarına tabidirler. 5718 sayılı Milletlerarası özel hukuk ve usul hukuku hakkında kanunun konumuzla ilgili 4-1/c maddesi şöyledir: ‘Birden fazla devlet vatandaşlığına sahip olup, aynı zamanda Türk vatandaşı olmayanlar hakkında, daha sıkı ilişki halinde bulundukları devlet hukuku uygulanır.’ Bu maddenin Osmanlı için formulasyonu şöyledir: ‘Osmanlı vatandaşı olup, daha sıkı bağlı bulunduğu din hükümleri bulunuyorsa, kişi özel hukukta o dinin hükümlerine tabi olur.’ Günümüz devletlerinin birçoğu tarafından bu anlayış kabul edildiğine göre, kişilerin mensubu olduğu dinin hukûkî düzenlemelerinin dikkate alınması sonucu ortaya çıkan çoğulcu hukuki yapının hukuk güvenliğine ve toplumsal düzene zarar verdiğini iddia etmek çok isabetli görülmemektedir. Zira bu çoğulcu yapıya rağmen herbir hukuk sisteminin kendi içerisinde birlik yine bulunmaktadır. Hukukta teklikten anlaşılması gereken temel ilke, aynı sistem içerisinde yer alan hakimlerin verdiği kararların öngörülebilmesi ve sonuçlarının benzer olmasıdır. Örneğin Yahudi sistemi içerisinde Hahamlar aynı olaylara aynı kararları verir ve bu kararlar önceden öngörülebilirse hukukta yeknesaklık var demektir. Weber’in kadı justice (kadı yargısı) anlayışını eleştirmesinin temel nedeni, öngörülebilirliğin olmaması ve kararların çelişkili olması varsayımına dayanmaktadır. Weber’in konuyla ilgili görüşünün, en azından tarihi tecrübe açısından çok isabetli olmadığı görülmektedir. Zira Osmanlı’da hem kararlar öngörülebilmekte hem de farkı bölgelerde bulunan yargıçlar aynı olaylarla ilgili benzer kararlar vermektedirler. Zira kadıların resmi olarak ellerinde bir kanun kitabı olmasa da Hanefi mezhebine ait kitaplar bulunmaktaydı. Bu kitaplar kanun kitabı gibi yargıçlara yardımcı olmaktaydı. Müftü atama beratlarında da Hanefi mezhebine göre fetva vermek üzere atamaları yapıldığı görülmektedir. Yani hem müftüler hem de yargıçlar karar verirken tamamen serbest olmayıp Hanefi mezhebinin sahih görüşleri ile bağlıydılar. Çok hukukluluk sisteminin tümden kabulünün mümkün olmadığı iddia edilse bile en azından Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda 407-444 arasında düzenlenen tahkim sisteminin İngiltere’de olduğu gibi aktif kullanılması mümkün olabilir. Başka bir ifade ile davaların hızlı şekilde sonlandırılması için en iyi çözümlerden birisi olan sulh yani uzlaşı anlayışına katkı sağlaması için tahkim sistemine işlerlik kazandırılabilir. Hakemlerin devreye girdiği bu sistem genel olarak şöyle tanımlanmaktadır: “Bağımsız, tarafsız ve objektif bir üçüncü kişinin, aralarında uyuşmazlık bulunan tarafları bir araya getirerek, ortaklaşa bir çözüm bulmaları konusunda iletişim kurmalarını sağladığı ve aralarındaki uyuşmazlığı ya kendi kendilerine çözmeleri için onlara yardımcı olduğu ya da somut olayın özelliklerine göre onlara üzerinde fikir birliğine varabilecekleri çözüm önerileri sunduğu; tamamen gönüllülük esasına göre işlerlik kazanan ve devlet mahkemelerinde gerçekleşen yargılamaya göre seçimlik bir yol olarak uygulama alanı bulan uyuşmazlık çözüm yolları bütünüdür”. Alternatif çözüm yolu olarak avukatlara da bu yetki verilmiştir. Avukatlık kanununun 35/A maddesi şöyledir: ‘Avukatlar dava açılmadan veya dava açılmış olup da henüz duruşma başlamadan önce kendilerine intikal eden iş ve davalarda, tarafların kendi iradeleriyle istem sonucu elde edebilecekleri konulara inhisar etmek kaydıyla, müvekkilleriyle birlikte karşı tarafı uzlaşmaya davet edebilirler. Karşı taraf bu davete icabet eder ve uzlaşma sağlanırsa, uzlaşma konusunu, yerini, tarihini, karşılıklı yerine getirmeleri gereken hususları içeren tutanak, avukatlar ile müvekkilleri tarafından birlikte imza altına alınır. Bu tutanaklar 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 38 inci maddesi anlamında ilâm niteliğindedir.’ Avukatların burada tarafsız ve bağımsız bir üçüncü kişi sıfatıyla hareket etmeleri gerekmektedir. Bu yetki sadece avukatlara verildiğinden, başkaları tarafından yapılan sulh, ilâmlı icraya konu olamamaktadır. Avukatların bu konuda yeterli donanıma sahip olup olmadıkları ile ilgili Alper şunları kaydetmektedir: ‘‘Burada üzerinde durulması gereken önemli konulardan biri de avukatların, söz konusu düzenleme uyarınca kendilerine verilen bu kurumsal görevi ve yetkiyi kullanabilmeleri bakımından, yeterli donanıma sahip olup olmadıklarıdır. Zira hukuk eğitiminde, avukatlık ve hakimlik staj dönemlerinde, sürekli çatışmacı yöntemlere vurgu yapılması, hukukçu olarak yetişen kişilerde, asıl olanın bu tür bir çatışmacı ve yargısal çözüm yoluna başvurmak olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Uyuşmazlığa düşmüş olan tarafları uzlaştırmak, onları ortak bir noktada ve her iki taraf için de optimum fayda sağlayacak bir sonuç etrafında birleştirmek, bir maharet, zaman ve sabır işidir. Türk hukukçuları ise, böyle bir maharet ve uzmanlık için yetiştirilmemektedirler. Bu nedenle, hukukçuların eğitimindeki bu eksikliğin giderilmesi amacıyla, hukuk fakültelerinin ders programlarına ‘alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri’, ‘arabuluculuk – uzlaştırma’ ve özellikle de ‘müzakere teknikleri’ üzerine dersler eklenmeli; ayrıca, hukukçular da mesleklerini icra ederken, çeşitli kurslarla bu konularda kendilerini geliştirmeli ve meslek içi eğitim almalıdırlar.’’ Buna ek olarak, avukatların hukuk eğitimine İslam hukuku derslerinin daha yoğun şekilde eklenmesi, onların bu alanda bilgi sahibi olmalarını ve davaların çözümüne katkı sağlamalarını kolaylaştıracaktır. Zira halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde, insanların bir kısmı sorunlarının İslam hukukuna göre çözümlenmesini istemektedir. Türkiye’de basılan fetva kitapları, sorunların çözümünde yol gösterici nitelikte olabilmektedir. Bunlar analiz edildiğinde, soru soran kişilerin sorunlarının çözümünde dini referanslara önem verdikleri görülmektedir. Başka bir anlatımla kişiler, sorunlarının çözümünde resmi hukukun dışında alternatif çözümler de aramaktadırlar. Örneğin, resmi boşanmayı yeterli görmeyenler dini olarak da boşanmanın gerçekleşmesini istemektedirler. Aynı durum evlilik için de geçerlidir. Şanlıurfa’da “cemaate gidelim” anlayışı da bunun bir yansımasıdır. Şanlıurfa’da ticari veya ailevi sorunlar olduğunda hızlı çözüm yolu olarak dini bilgisi ve hayat tecrübesi olduğu düşünülen kişilere gidilmekte ve onların çözüm yoluna itibar edilmektedir. Bu bağlamda, Balıklıgöl civarında yer alan Fetva meclisi adıyla bilinen kurula sık sık başvuru yapılmaktadır. Her Çarşamba günü belli saatler arasında (ikindi ile akşam arası) kişilerin sorunları kurulda dinlenmektedir. Taraflar ve deliller hazırsa sorun çözümlenmekte, aksi halde tarafların birlikte gelmeleri ve delillerini sunmaları için süre verilmektedir. Bu kurul tarafından alınan kararların, fetva olarak yayımlanmasının planlandığı dile getirilmektedir. Müftülere nikah kıyma yetkisinin verildiği bu dönemde başka bir öneri de Müftülüklere hakem yetkisi verilmesidir. Bu durum kanaatimizce laikliğin ihlali olarak da değerlendirilmemelidir. Zira amaç, kişilerin sorunlarının en kısa zamanda uzlaşı ile çözümlenmesidir. Bu durum, mahkemelerin gereksiz iş yükünden kurtulmasına da yardımcı olacaktır. Uzlaşı yöntemi işe yaramadığında, mahkemeler her halükarda zaten devreye girecektir. Alper’in ifadesi ile ‘devlete ait olan yargı yetkisinin mutlak egemenliğine zarar vermeden uyuşmazlıkların daha basit ve kolay çözümü amaçlanmaktadır. Alternatif uyuşmazlık çözüm yolları sınırlı değildir. Her ülke, kendi sosyal ve ekonomik gerçeklerini gözeterek, bu süreçlerden birini tercih edebileceği gibi, bunlardan birkaçını bir araya getirmek suretiyle karma yöntemler de oluşturabilir veya söz konusu yöntemler dışında başka yöntemler de geliştirebilir

Sonuç

Osmanlı farklı kültür, din, dil ve ırkları 6 asır gibi uzun sure bir arada tutabilmiş, bugün anarşinin ve mezhep kavgasının hüküm sürdüğü Ortadoğu’da uzun dönem barışı sağlayabilmiştir. Bunun altında yatan sebeplerin araştırılarak topluma ve devletlere sunulması, bölgemize yeniden barış ve huzurun gelmesine katkı sağlayacağı muhakkaktır. Barış ve huzurun temel nedenleri arasında, Osmanlının halkın dini ve kültürel değerlerine saygı duyması, bu değerlerin hukuk sisteminde bir yere sahip olması ve böylece yargıya güveni tesis etmesi ve insanların rahat ve huzur içinde yaşamasını temin etmiş olması sayılabilir. Gerber’in deyimi ile halk bir anlamda demokrasi kültürü ile yaşayabilmiştir.74 Millet sistemi içerisinde her din ve kültür, bilhassa özel hukuk alanında kendi hukuk sistemini yaşatabilmiş ve dini ritüellerini rahatça yerine getirebilmiştir. Davalar en kısa sürede sonlandırılmış, gereksiz bürokrasinin önüne geçilmiş ve halkın hukuka ve devletine olan güveni sağlanmıştır. Bu durum halkın uzun dönem barış ve huzur içinde yaşamasını sağlayan belki de en önemli etkenlerden biri olmuştur. Halkın ülkesine aidiyetini arttıracağını düşünerek İngiltere’de de benzer bir uygulama başlatılmış ve hakem sistemi genişletilerek, özel hukuk alanında Yahudilere, Müslümanlara kendi dinlerine uygun çözümler üretebilmesine imkan tanınmıştır. Bu anlayış, laikliğe zarar veriyor şeklinde yorumlanmamıştır. Aksine demokratik kuralların, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak yorumlanmaktadır. Ülkemizde hukuk ve adalete güvenin devam etmesi; basit, ucuz ve hızlı şekilde hukuki sorunların çözümlenebilmesi için hakem ve uzlaşı anlayışının geliştirilmesi, avukatlara verilen yetkinin çözüm üretebilecek İktisadi ve İdari bilimler fakültesi mezunları ile sosyoloji, psikoloji, ilahiyat ve benzeri sosyal alanları kapsayacak şekilde genişletilmesi uygun olabilir. İnter disipliner çalışma alanlarının geliştirilmesi, Sosyoloji-Hukuk, İlahiyatHukuk, İdari bilimler-Hukuk, Hukuk-Toplum bilimler, Hukuk-Halkla ilişikler, Sosyoloji-İlahiyat vb. yan dal eğitiminin teşvik edilmesi de hukuki sorunların çözümünde farklı uzmanlık alanlarının katkı sağlaması bağlamında faydalı olacaktır.

 


Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0