Vehbi Vakkasoğlu ile soru-cevap
VEHBİ VAKKASOĞLU 2021-12-31
Usta yazar ve kıymetli öğretmen Vehbi Vakkasoğlu’nun bizden esirgemediği samimiyetini, kelimelere taşımak güç olsa da, kendisiyle gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetin lezzetinden kimseyi mahrum bırakmak istemedik. Biz, dilimiz döndüğünce sorduk; o ise kıymetli irfan hazinesini bizlere açmakta tereddüt etmeden, uzun uzun anlattı.
Hasbihalimizin ilk kelimesi, besmele oluverip Vehbi ağabeyimizin dilinden döküldü. Biz de besmele ferahlığıyla sorduk, ilk sorumuzu.
Kahramanmaraş’ta doğan yazarlarımızdan olan Vehbi Vakkasoğlu, Kahramanmaraş’ta yetişen şair ve yazarlardan etkilenmiş midir?Tabii, en çok etkilendiğim şüphesiz Üstâd Necip Fazıl’dır (Allah rahmet eylesin). Hem baba dostumdur hem de hemşehrimdir. Sizlerin de gönül hemşehrisidir. Hemşehrim ve baba dostum olmasaydı gene de etkilenirdim ama bir şansım oldu. Babamın hayatında çok sevdiği insanlardan biriydi hatta birincisiydi. İstanbul’da okumaya geleceğim zaman da Necip Fazıl’a emanet etmiştir beni. Yazı hayatımda, elime kalem almamda, basın dünyasında bulunmamda ve bu konulardaki medeni cesaretimde Üstad’ın çok büyük önemi vardır. Benim yazıda en zayıf tarafım şiirdir. Buna rağmen Lise 1’de yazdığım şiir de her eli kalem tutanın giremediği Büyük Doğu’da yayınlamıştır. Şimdi anlıyorum ki, destek ve teşvik olsun diye yapmıştır ama hayatımda yeri bambaşkadır. Tabii, Necip Fazıl’dan başka görmeden etkilendiğim, çok sevdiğim ve kendisi için 4 eser verdiğim Mehmet Âkif var. (Allah rahmet eylesin) Onun yeri hayatımda bambaşkadır. Babamın dedesinden, bize armağandır. Büyük dedem, Osmanlıca Safahat’ı okumuş “Bu, kılavuz kitaptır.” demiş. Babam da bana söyledi, ben de çocuklarımıza söylüyorum. Görmeden sevdiğimiz kalemdir. O yüzden de son kitabın adını “Akif Dede” koydum. Hepimizin dedesi olan, görmeden, tanımadan sevdiğimiz, gerçek dededir. Hâlâ bende tesiri devam eden insan. Ve diyorum ki; Efendimizin sahabelerinden biri 20. Asırda mezarından kalksa herhalde Âkif suretinde olurdu. Yalansız ve haramsız bir adamdır. Konferanslar veriyorum ve kitaplarımda anlatıyorum. Tepkiler çok şaşırtıcı geliyor. Akif gibi bir insanın olabileceğine inanmak istenmiyor. Bu kadar temiz olunabilir mi bu kirli dünyada, demeye getiriyorlar. Haklılar! Ama böyle olabilmiş ve olunabileceğini göstermiştir. Şükür, o konuda en çok okunan yazar olmak, en çok konferansı vermiş olmak ayrıca bir şereftir. Bir de torunluk iddiam var. Görmedim diyorum ama Mahiris (çok yakın bir talabesi ve sonra dostu olacaktır), bizim İstanbul Üniversitesi’nde hocamızdı. Öğrencisinin öğrencisi ile de torunluk iddiası güdüyorum. Kendime bir yer biçiyorum. Onun dışında tabii, şimdi Yedi Güzel Adam gündemde. Mesela, Erdem Bayazıt ağabeyimiz, bizden bir önceki kuşaktır ama mahalle komşumuzdur, gördüğüm ve etkisinde kaldığım bir yazardır. Nuri Pakdil gene komşumuzdur. Nuri Pakdil, bizi okumaya teşvik eden insandır.
Pakdil, devrimci ve müthiş bir insandır. Ankara’da otururdu. Arada bir Maraş’a gelirdi, biz de o zaman ortaokul talebesiyiz. Nuri ağabeyin geleceği haberini aldığımızda herkes mutlaka bir kitap okurdu. Bizleri toplardı ve “Ne okudunuz?” diye sorardı. Bir şey okumadığımızda azarı yerdik. Tabii, biz de harıl harıl ve gözüne girmek için iki kitap, üç kitap, dört kitap okurduk. Hatta bir gelişinde kitap okuyamamıştım. Annem rahatsızlanmıştı. O zaman da Pakdil’in Batı Notları adlı eseri yeni çıkmıştı. Cep kitap gibi manada hacimli, maddede hacimsiz bir kitapdı. Allah’tan yazısı az bir kitaptı da onu okudum. Bir de okudum demek yetmezdi, anlatmamızı isterdi. Benim de hiç unutamadığım hatıramdır. Bizi topladığı vakit, ödüm patlıyor. Herkese soruyor. Bana dönerek “Vakkasoğlu, sen?” dediğinde “Batı Notlarını” okudum ağabey, dedim. Aynı suratla “Ne anlatıyor?” dediğinde “Özeti son sayfada.” demiştim ve eklemiştim “Amerika’dan dönerken gördüğüm Roma put kıyısı”…. Pakdil, tebessüm ederek “Bravo, özetini söyledin.” dedi. Yani harıl harıl okurduk, okumanın nasıl olacağını ondan öğrendik. Çok renkli bir kalemdir. Kitapları açardı ve aynı konuda birçok kitabı önüne koyardı. Bir ona dönerdi sonra bir diğerine, çize çize devam ederdi. Bu tarz okumayı ilk olarak Pakdil’de görmüştüm. Çiziyor, notları alıyor, kırmızı, beyaz kalemler… “Kitapla kavga edeceksin ve içinden bilgi alacaksın.” derdi. Etkilenmemek mümkün değildi, öyle bir nesil içerisindeydik.
Bizim İstanbul’daki öğrenim hayatımızda çok müthiş hocalarımız oldu. Ahmet Davutoğlu mesela… Müthiş bir alimdi ve çok mutevazıydı. Ömer Nasuhi ise tek başına bir okuldu. O ilim ve tevazu takıları gibiydi. Onların kitaplarını okuyup, açıklayana hoca demek lazım ama o kitapları yazan adam tevazu içerisinde öylece otururdu. Sanki yazmamış gibiydi.. Abdülhamit’in baş imamı ve imamlık seceratini almış, Üsküdarlı Ali Efendi de Kur’an hocamızdı. İşte! Döküleni topladık ama bu kadar oldu.
Hocamızın eğitimci yönünü sormadan edemezdik…
Milli Eğittim’de uzun yıllar görev almışsınız. Günümüz eğittim sistemi hakkında neler düşünüyorsunuz?Milli Eğitim’in her kademesinde –ana sınıfı hariç- çalıştım. Yeniden dünyaya gelsem yine eğitimci-yazar olmayı tercih ederim. Çok sevdim mesleğimi ve tüm öğrencilerimle yakın ilişkiler kurdum. Hayatımın en büyük mutluluğudur, ummadığım bir yerde karışıma çıkan birinin “hocam” demesi. O yüzden mesleğiniz ne olursa olsun biraz eğitimci olun.
Eğitimde aksaklıklar çok tabii ki, ülkemizde çok başarılı olunan alanlar olsa da en başarılı olmamız gereken alan deneme tahtasına dönüyor. Eğitim içinden gelmiş insanlar da dinlenmiyor. Bu konuda atılım görülemiyor. Sürekli teknik ve maddi açılardan bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Ama işin özü öğretmendir. İyi öğretmeni bulduğunuzda samanlık seyran olur. Süper okullar, müthiş binalar var ama içinde dinamizmi taşıyan öğretmenleri yetiştiremiyoruz. Bu konuda da yazıyorum ve örnek de olsun “Bir devrin ve bir şehrin muhteşem öğretmeni Sandal Hoca.”
Maraş İmam Hatip’in kurucu müdürü, İstiklal Harbi gazisi, beli bükülmüş, elinde bastonuyla Sandal Hoca… 80 yaşında bir adam, 20 yaşındaki öğrencileri etkileyebilir mi? Kümes sayılacak bir yeri dünyanın en güzel okuluymuş gibi gösterebilir mi? Çıkış zili çaldıktan sonra bile hocam lütfen devam edin, dedirtebilir mi? Hoca, iki kere emekli olmuştur ama “Kurduğun okulda ders boş geçiyor.” dendiğin de “Olur mu öyle şey ?” diyor ve düşe kalka geliyor. Sandal Hoca’yı yazdık, bir destan… Sevgi merkezli eğitim diye bir projem vardır. Bu projenin temeli de gene Sandal Hoca’dır. Sadece ben değil, çok ünlü öğrencileri var. Abdurrahman Dilipak’tan, Hanefi Demirkol’a kadar öğrencileri vardır. O yaşta nasıl olabiliyor değil mi? İşte! Olabiliyor demek ki, o yüzden eğitimi düzeltmek için öğretmenleri restorasyona almak gerekir.
Ve ekledi; “Öğretmenlerimiz bir açıdan fakirler… Bu fakirlik ise İslam’dır.”
İşte! o gönül sahibi ve irfan sahibi öğretmenlerimiz olmasaydı eğitim çökmüştü. En azından bu kadarı oluyor, olduğu kadarıyla eğitim kör-topal ilerliyor.
Vehbi ağabeyimiz henüz soluklanmıştı ki, enfes sohbetimiz taze çay kokusuyla bölündü. Tavşan kanından birer yudum alıp aynı heyecanla devam ettik..
Mehmet Akif Ersoy’u bir çok eserinizde konu edindiğiniz görülüyor. Mehmet Akif’in de eserinde bahsettiği Asım kimdir ve “Asım’ın Nesli” ifadesinden günümüz gençliği neler anlamalıdır?Vallahi adı Asım olanlar, Asım’ın neslinden bir şeyler anlasalar, çok şey değişir. Mehmet Âkif’ ideal bir genç düşünüyor. Asım, ona verdiği isimdir. Asım, Avrupa’da tahsil yapan ama daha önce kendi kültür ve inancına sahip, maddi ve manevi olarak iki kanatlı, ülkesine aşık ve ilmiyle vatanına katkıda bulunan idealist gencin adıdır. Şimdi, bugün Asım’ın ruhu ne kadar var?
Tam çıktı demek biraz haksızlık olur ama yok demek de haksızlık olur. O ruhu taşıyan gençler üzerinde güzellikler yeşeriyor. Sizin gibi gençleri de görünce ümitsizlik olmuyor. Sizin gibi Asım’ın ruhunu taşıyan gençler var. O yolda ilerlemek lazım… Kaliteyi daha da arttırmak lazım.
Bu teveccüh karşısında duyduğumuz mahcubiyeti, hocamızın çayını yudumladığı âna gizlemeye kabil olduk. Ekip arkadaşımız Neslihan da hemen ardından yeni sorumuzu yöneltti.
Osmanlı Devleti’nde meşru zemine koyulan kardeş katli, 1. Ahmet döneminde kaldırılmış ve kafes usulüne geçilmiştir. Avrupa’da uygulanan ve kısmen başarılı olan sistemin Osmanlı’da da başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz?Her dönemde olduğu gibi o zaman da kurallar %100 din ve devlet olarak ayrılmıyor. Birinin gücü ile diğerin güzelliği ayakta kaldığı zaman isabetli oluyor. Osmanlı’nın da hataları ve eksikleri olmuştur ama genel anlamda halkı ve yöneticileri daima hakkaniyet çizgisini takip etmiştir. Bunlara rağmen Osmanlı’nın dengeyi bozması neden? Düşmanı o kadar çok olan bir devlet ki, dış düşmanlarının yanında iç düşmanlar daha çok çalışıyorlardı. Rahmetli Cemil Meriç’in tabiriyle “Batı’nın Yeniçerileri…” Asıl düşmanlarımız içimizden olmuştur. Biz bile farkına varmadan üşengeçliğimizle düşmanlık etmişizdir. Dediğiniz konuda da yanlışlıklar yapılmamış mıdır? Elbette ki yapılmıştır. Hükmün kendisine, bugünden dönüp baktığımızda ters gelebilir ama o gün için tüm dünya devletleri o kuralları uygulamışlar. Acı tarafları vardır ama doğru taraflarını da görmek gerekir. Adam kendi sülalesinden, öz canından birine din-ü devlet için kıyabiliyor. 10 kişi ölsün ama ülkemde 50.000 kişi ölmesin… Temel yaklaşımı budur! Ama biz bu işleri tam tersine çevirdik.
Ayasofya’nın hangi dine ait olduğunu düşünüyorsunuz ve ibadete açılması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?Ayasofya bir mabettir. Diğer konuları bir bırakalım… İstanbul’da bulunuyor ve hangi dinin mensupları daha çoksa, hangi dinin mensuplarına daha çok yarayacaksa onların olarak kalmalıdır. Bugün, kiliselerde ne kadar cemaat var? Hadi! Türkiye’yi bırakalım ve Avrupa’ya dönelim. Cemaati olan kiliseyi hayretle anlatıyorlardı. Peki, Ayasofya açılmalı mıdır? Rahmet Necip Fazıl’ın Ayasofya konferansını şiddetle tavsiye ederim. Bizim, her kelimesini avuçlarımız kızarıncaya kadar alkışladığımız bir konferanstır. O kadar çok heyecanladığımız bir başka konferans hatırlamıyorum. Kendisi orada diyor ki; “ Ayasofya açılmalıdır. Ayasofya açılınca, onun mahzenlerinden yakın tarihin / uzak tarihin kirli çamaşırları çıkacaktır. İpucu olacaktır.” Evet! Orası bir sembol, mesele sadece bir mabedin açılması değil. Niye müze yaptılarsa o yüzden açılmalıdır. Niye müze yaptılar? Sizden biriyiz demek için! Hayır, öyle değiliz yanılmışız demek için açmak lazımdır. Sadece bir caminin açılışı demek değildir.
“İslam’ın zincirlerini kırmasının göstergesidir.” diye ekleyebildik sadece.
Sizce açılacak mı, diye sorduğumuzda:
AÇILACAKTIR! Her şeyin bir vakti vardır, zamansız da zorlamamak lazımdır. Çünkü biz gençliğimizde zorladık. Sonra da büyüklerimizi dinledik, zorlamadık. Osman Yüksel ağabeyimiz vardır, Antalya milletvekili… Aramızda konuştuk bir grup içeri girecek, içeriden kapıları açacaklardı. Aramızda konuştuğumuzu zannediyorduk ama aramızda başkaları da varmış. Ayasofya’ya bir gittik ki tanklar çevirmiş, polis, asker kaç kat korumaya almışlar. Osman ağabey şöyle bir baktı ve dedi ki; “ Evlat, biz bizle değilmişiz.” Ve oturma protestosu yaptık, öyle günlerdi ve o zaman yıl 1965…
Böyle güzel hatıraların gün yüzüne çıkmasına vesile olmak bizi mutlu etti doğrusu.
Sizin de bir çok eserinize konu olan Çanakkale Savaşı’nın zaferle bitmesinin temel sebebi nedir ?Çanakkale zaferinin sebebini anlasak bunun bir çok şeye kapı açacağına inanıyorum. Maneviyatı anlayacağız, dinimizi anlayacağız, kendi kültürümüzün kıymetini bileceğiz. Sorduğunuz soru o kadar önemli ki… Aslında çok basit bir şey değil mi? Karşımızda dünyanın en büyük devletleri var. İngiltere var, Fransa var, İtalya var. Yetmedi Rusya var ki hiç ihtiyacı olmadığı halde, çünkü ganimetten pay istiyor kerata. Daha önceleri vilayetimiz olan Yunanistan da bir gemisiyle gene Çanakkale boğazında… Yani bütün dünyanın karşımızda olduğu bir savaşta, bizim yanımızda Almanlar var. Almanlar bizden 10 aldılar, bir bile vermediler. Çanakkale’de bizleri çok yalnız bıraktılar. Biz neyiz? Kaç cephede savaşmış, hasta adam damgasını çoktan yemiş bir ülkeyiz. Hiç kimse şans vermiyor, biz bile kendimize şans vermiyoruz.
Çanakkale kapıdır, Çanakkale düşerse İstanbul düşer. Gelin buyurun, diyecek halimiz yoktu ve biz de sonuna kadar ölümü göze aldık. Bir bakıyorsunuz ki mutlaka yenilir denen yeniyor. Burada bir düşünelim mi? Burada maddi bir şey yok. Maddiyata bakarsak asker, silah, tank, uçak yok. Sonuna kadar ilk önce denizden sonra karadan ve havadan yapılan saldırılar. Burada maneviyat var, burada inancımızın üstünlüğü var. Başka hiçbir şey yok. Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim! Bu canlanırsa gücümüz ortaya çıkacaktır. Onun için bunun üstünü örtüyorlar. Falan komutanın aklı, cesareti ve zaferi diyorlar. Yetmiyor ki açıklamaya! Orası imanın, İslam’ın zaferidir. Bizim 1000 yıllık gücümüzün patlamasıdır. Onun için bunu bir İngiliz görmüş ve demiş ki; “ Kuğunun son ötüşüdür, Çanakkale.” Keşke bu cümleyi ben söyleseydim. Biz inanıyoruz ve o iman, zaferi veriyor. Nasıl Bedir’de, Uhud’da, Hayber’de verdiyse, Çanakkale’de de verdi. “Bugün neden bu yardım gelmiyor?” diyorlar. Sen ne yaptın ki?
Bu cevapla, 100 sene evvelinden bugüne yumuşak bir geçiş yaptık.
Hocamızı ‘Vehbi Vakkasoğlu’ yapan eserlerinden de biraz bahsetmek istiyoruz..
Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler adlı eseriniz mevcuttur. Eserinizde bahsettiğiniz birçok isim hakkında ziyadesiyle merak ettiğimiz husus var ama günümüzdeki makam sahiplerini düşünerek İmam-ı Azam’ın neden çile çektiğini bizlerle paylaşabilir misiniz?Keramet gösterdiniz şimdi, İmam-ı Azam’ı anlatan bir eser yazıyorum. Bizim bozuk para gibi harcadığımız fakat beni en çok üzen hadiselerden biridir. Niye en çok üzüldüğüm isimdir? Çünkü Türkiye’de sorsan mezhebin ne? “Hanefiyim” diyor ve diğer soruyu soruyorsun. Kimin ictihadı üzerinedir? “İmam-ı Azam” diyor. Yani dünya tarihinin üç-beş adamından biridir. Çağın en zenginidir. Nasıl zengin olunur, onu gösteren adam. Nasıl hoca olunur, onu gösteren adam. Zulme nasıl dayanılır, onu gösteren adamdır. 4.000 öğrenci yetiştirmiş. 40 tanesi müctehid makamındadır. Güzelliklerini say say bitmez. Adına cami bile yapılmıyordu, bendeniz uğraşa uğraşa yedinci İmam-ı Azam camisinin Başakşehir’de açılmasına vesile oldu.
Neden çile çekti? Çünkü dürüstlükten ve samimiyetten bir milim sapmadı. Şimdi, dönem Emevi dönemidir. Baştaki halife, halife ama zalim… İstiyorlar ki hep böyle yürüsün! İnsanlığa zulüm aynı zamanda İslam’a zulümdür. İnsanların Müslümanlıktan uzaklaştığını gören İmam-ı Azam da bunlarla mücadele ediyor. Bir başka ekip de “Peygamberin soyuna ve talebelerine saygılıyız.” diyor ve İmam-ı Azam el altından onlara destek veriyor. Abbasilerin ilk halifesini de destekliyor. O mübarekler de ayakları yer tutar tutmaz da zulme başlıyor. İmam-ı Azam da eğitime yoğunlaşıyor ama haline koymuyorlar. Hayran kitlesiyle ve büyüklüğüyle Azam’ı yanlarında istiyorlar ve “Kadılar kadısı” adlı yeni bir makam icat ediyorlar. İmam-ı Azam’ı bu makam için zorluyorlar lakin kendisini makama layık görmeyen İmam-ı Azam reddediyor. Makamı kabul etmeyince mahkum ediliyor, her gün kırbaçlanıyor. Çevresinden makamı kabul etmesi için tepki gelse bile zalim yönetime destek vermemek için tekrardan reddediyor ve o dirençle şehit olmayı göze alıyor.
Çok hüzünlü bir şey, yeni öğrendim. Kendisini kırbaçlayan adam da İmam-ı Azam’ı seviyor ama emir kulu olmaktan öteye gidemiyor. Bu görevliyi tembihleyen Azam şöyle diyor; “Benim neler çektiğimi şehirde söyleme! Duyulur, yaşlı annem ve babamın kulağına gider, çok üzülürler.”
Yine çenemizi tutamadık, araya girdik. İmam-ı Azam’ın çok sevdiği annesinin kendisine inanmadığını ve Ömer Hoca adlı şairin fetvalarına güvendiğini, söyledik. Hocamız da Azam’ın en sevdiği yönüyle alakalı şu kıssasını paylaştı;
Annesi bir gün diyor ki, bir mesele kafama takıldı. Ömer hoca da bugün ekranlardaki ilahiyatçılardan farksız değil. Uzakmış da kaldığı yere…İmam-ı Azam annesinin emri üzerine Hoca’dan fetva almaya gidiyor. Annesine olan sevgisi ve sadakati o kadar fazla ki yollara düşüyor. Yolda giderken birine rastlıyor. Rastladığı kişi soruyor; “Nereye gidiyorsun, İmam?” Büyük İmam da, hocaya gittiğini söylüyor. Ömer Hoca’ya gittiğinde de kendisine gösterilen sevgi değişmiyor. O da annesinin sorusunu soruyor. “Buna cevap veremem, utanırım.” diyen Ömer Hoca’yı reddederek, söylemesini istiyor ısrarla. Ömer Hoca’da, “Siz ne diyorsunuz?” diye sorduğunda Azam açıklıyor. Ömer Hoca da “ İşte! Bende öyle diyorum.” diyor ve İmam-ı Azam, annesine gidip sorusunun cevabını iletiyor.
Bu inceliğin neresini anlatacaksınız ki! O yüzden diyorum; “ Bozuk para gibi harcadık.”
O sırada hocamızın telefonu çaldı. Karşı taraftan önce özür diledi daha sonra da bizleri mutlu edecek şu cümleleri sarf etti; “Tam muhabbetin ortasındaydık, gençler heyecanlandırdı. O yüzden açamadım.” Kendisi telefonu kapattıktan sonra biz de içimizdeki heyecanı bastırarak yeni sorumuzu yönelttik;
Aile gelişimi üzerine yazdığınız eserler ilgi ile okunmakta. İnsanlar bu konulara ilgili olmasına rağmen boşanma davalarındaki artış kanıksanamaz bir durum halini aldı. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız, günümüzdeki boşanmaların sebepleri nelerdir sizce?Mevcut konjonktür diyelim. Ölümü unutup, dünyevileşmenin ürünüdür bu. Kusura bakmasınlar ama muhafazakar kızlarımızda da belli belirsiz hakim olan bir feminist duygu. Eşitlik iddiası daha sonra üstünlüğe dönüştü. Kendi ayaklarımın üzerine durmalıyım. Böyle bir anlayışla yuva kurulmaz. Yarış, üstünlük iddiası, asla taviz vermeyeceğim! Evlilik öyle bir ortaklık ki, fedakarlığın öne çıktığı, “Önce sen” diyerek “Biz”leşeceğimiz kurumdur. Şimdiki durum buna ters düşüyor. Bütçeler ayrı, yataklar, yorganlar ayrı. Her şey daha baştan ayrılmaya uyarlanmış. Evlilik neydi? Sevinçte ve kederde ortaklıktı. Şimdi hep kendini düşünme duygusu var. Bu şekilde bir yuva olmaz ki….
Hazır Vehbi hocamızı yakalamışken bu konu hakkında bir soru daha sormak gerekir diye düşündük;
Kadınlara önem verdiğiniz biliniyor. Günümüzde öne çıkan bir diğer husus da kadına şiddet. Kadına şiddettin bu denli artmasının altında neler yatmakta sizce? Geleceğin nesillerini yetiştirecek olan annelere neler söylemek istersiniz?İslamî duygu azaldığı için, İslam’ın şefkat ve merhamet dini olduğunu unuttuğumuz için, bir de erkek çocuklarını şımarttığımız için erkeklerde öncelik, üstünlüğü kullanma yanlışlığı ortaya çıkıyor. Erkeğin de şefkat ve merhamet duygusu ağır basmalıdır. Rahmetli Necip Fazıl diyor ki; “Ağlaya bilseydiniz, ağlaya bilirdiniz.” Hakikati var. Erkek yumuşak gönüllü olmalıdır ama biz erkekleri hep önceledik. Erkek şiddeti ortaya çıktı.
Geçen biri çok güldürdü. Hocam diyor; “Bu gidişle, bizden sonraki neslin annesi, babası, büyük anneleri burnu hızmalı, saçının her teli ayrı renge boyalı, yırtık kot pantolonu giyen..” Hakkı var. Bu gidişat böyle… Peki, bunların torunları ne olacak?
Biz güveniyoruz ki, kızlarımız o asaleti yakalayacaklar. Anneliği şeref bilecekler. Çünkü anneler, anne olmadan babalar hiçbir zaman baba olamazlar. Annelerin de bozulduğu bir yer varsa kıyameti bekleyeceğiz!
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçerken İslam alemi neler kazanmış, neler kaybetmiştir?Biz kaybetmeseydik, kaybetmezdik Osmanlı’yı… Kaybettiklerimize bakıp, kaybettiklerimizi tekrar kazanacağız. Şimdi, bizim Türkiye’de problemimiz ne? Kaybettiklerimizi, resmen kaybettiğimizi imzaladığımızı ve resmen bir daha da kazanmayacağımıza söz verdiğimizi.. Konuyu yeniden başa alıyoruz. Bu kavgada kayıplarımızı tekrardan kazanacağız. Bunlar maddi olabilir, manevi olabilir, ahlaki olabilir. Güven duygusuydu bizi biz yapan, birlik duygusuydu, beraberlik duygusuydu yani bunları yeniden kazandığımızda bütün dünyaya yeniden örnek olacağız. Çünkü bugün İslam fobisi var. Batı dünyasında şer odağı galip gelmiş gibi gözüküyor.Bu şer odağı, İslam üzerindeki kara propagandalarıyla Müslümanları terörist ilan etti. Meselemiz bu. Oradan bu kara lekeyi çıkarmamız lazımdır. Bunun için de Yunus’ca davranmaktan başka çaremiz yok. İslam ahlakını ne pahasına olursa olsun tüm güzellikleriyle yaşamak. Fiilî örnek olmak, hepimize teker teker bu düşüyor, toplum da bunu istiyor ve bunu başarırsak sessiz sedasız aktif bir direniş olacaktır.
Asla bitmesini istemediğimiz güzel sohbetin sonuna geliyoruz..
Günümüzdeki bir diğer mevzu ise Radikal İslam, Ilımlı İslam ve Modern İslam. Sizce İslam’ın bu şekilde ayrışması doğru mudur?Çok yanlıştır. Bunlar batının, bizlerle dayattığı ifadelerdir. Hiçbiri bize ait değildir. İslam, İslam’dır. İslam, Allah’a teslim olmak manasındadır. Bu teslimiyetin de nasıl olacağını Kur’an-ı Kerim göstermiştir.
Ve noktayı koyduk…
Bu güzel sohbet için Vehbi Vakkasoğlu’na teşekkürlerimizi borç biliriz. Tekrardan sohbetinde bulunmak duâsı ile…
https://www.biracayipblog.com/vehbi-vakkasoglu-ile-demli-bir-sohbet/
Yorum Sayısı : 0